Struma, Mefkure, Salvador, Parita

Karel VALANSİ Köşe Yazısı
26 Şubat 2020 Çarşamba

Tarihler 1941 yılını gösterdiğinde, Doğu Avrupa kendi Nazilerini yaratmış, Almanya’nın 7-8 yıla yaydığı tüm Yahudi karşıtı kararları birkaç ay içinde yasalaştırmıştı. Bölgede kurulan kamplarda Yahudilerden kurtulmak için kabul gören ‘nihai çözüm’ün uygulamaları hızlandırılmıştı. Hedef haline getirilen Yahudilerin kaçmak ya da ölümü beklemek dışında bir seçenekleri yoktu. Gidecek, onları kabul edecek bir yerleri de yoktu. Tek çare İngiliz mandası altındaki Filistin olarak gözüküyordu.

Ancak, Nazi zulmünden kaçan Avrupalı Yahudiler hayatları pahasına Filistin’e sığınmak isterken, Arapların tepkisini çekmek istemeyen İngiltere, vize vermeyi oldukça zorlaştırmış, hatta imkânsız kılmıştı. 1939 yılında Beyaz Belge’nin (MacDonald White Paper) yayınlanması ile Filistin’e gelecek Yahudi sayısına kota konulmuş, illegal akını engellemek için Türkiye dahil, rota üzerindeki ülkelere baskı yapılıyordu.

Katliamların yoğunlaştığı 1942-1944 yıllarında Doğu’ya doğru büyük bir akın vardı. İnsanların asıl acilen kaçmak zorunda oldukları bu dönemde, Nazi Almanya’sı Yunanistan’ı işgal ettiğinden karadan Türkiye’ye ulaşmak neredeyse imkânsız bir hal almıştı. Deniz yolu ile kaçmak isteyenleri ise İngiltere’nin baskı yaptığı ülkelerin gemileri taşıyamıyor, bazı gemiler bir anda farklı bir ülke bandıralı oluyor, insan taşımaya elverişli olmayan bir çok gemi, kapasitelerinden daha fazla kişi ile denize açılıyordu.

Deniz yoluyla Karadeniz’e doğru bir mülteci akını yaşanırken, bu durumdan pay çıkarmak isteyenler de yok değildi. Bunlardan biri Struma gemisi ile Filistin’e seyahat bileti satan açgözlülerdi. İstanbul’da vize alma garantisi, lüks kamaralar ve yeni dizel motor gibi yalan vaatlerle duyurulan Struma, gerçekte motoru bozuk eski bir yük gemisiydi.

12 Aralık 1941’de Köstence’den kalkan gemi, zorlu bir yolculuk sonunda İstanbul Sarayburnu’na vardı. Ancak İstanbul’a varış onlar için bekledikleri özgürlüğü getirmedi. Filistin vizesi sahibi olan veya ilerleyen hamilelik gibi farklı gerekçesi olan birkaç kişi dışında kimsenin gemiden ayrılmasına, karaya ayak basmasına izin verilmedi.

Fahiş fiyatlarla satılan biletler ile en fazla 100 kişinin sığabileceği gemiye 800’e yakın kişi bindirilmişti. Gemide doğru düzgün kamara olmadığı gibi tek bir tuvaleti vardı. İnsanlar sıra ile uyuyor, güverteye çıkıp nefes almak için tartışmalar yaşanıyordu. Etraf insan dışkısı ile dolmuştu.

Karantina ilan edilen gemi tam 72 gün boyunca İstanbul açıklarında, insanlık dışı koşullarda bekletildi. Türk Yahudi Toplumunun destekleri ile gıda yardımı yapılan gemiden gelen yardım çağrılarına, “bizi kurtarın” pankartlarına, yakarışlara rağmen Struma, bu uzun süre boyunca tarihin kara bir lekesi olarak denizin ortasında, artık pek dikkat çekmeyen bir ayrıntı olarak kalakaldı.

İngiltere, Struma yolcularına Filistin vizesi vermeyi reddetti. Tarafsız kalarak savaştan kaçınabilme isteği içindeki Türkiye, Sarayburnu’nun açığında bekleyen gemidekilerin kurtuluş ümitleri olamadı. Romanya ise kurtulmak istediği Yahudileri geri almayacağını söylüyordu. Amerika konuya duyarsız kalmıştı.

23 Şubat akşamı Struma, Türk römorkörleri tarafından çekilerek Karadeniz’e, Türk karasularının dışına bırakıldı. Motoru çalışmayan gemi ertesi gün, 24 Şubat sabahı, Sovyet denizaltısı tarafından batırıldı. Gemiden sadece bir kişi sağ kurtulabildi; David Stoliar.

78 yıl sonra, yine soğuk bir 24 Şubat günü, 768 kişiye mezar olan bu suların önünde bir araya geldik. Faciayı anlatan, kurbanları anan konuşmalar yapıldı. Hem Struma, hem diğer gemilerin kurbanları için dualar okundu, çelenkler denize bırakıldı. Olayların nasıl geliştiğini ve benzeri bir acının tekrar yaşanmaması için neler yapılabileceği ve her şiddetin başı olan nefret söylemi ile mücadele için kararlı bir duruş sergilenmesi gerektiği tekrarlandı yeniden bugün.

Unutulan ise bu gemilerdeki kişilerin birer sayıdan çok daha fazlası olduğuydu. Önlerinde uzun bir yaşamları, hayalleri, kusurları, korkuları, sevdaları vardı. O korkunç güne kadar…

Gemi batırıldığında, tek kurtulan kişi 16 yaşındaki David Stoliar idi. Nişanlısı ve ailesiyle seyahat ediyordu, karaya vardıklarında evlenmeyi planlıyorlardı.

Struma’daki günlerini şöyle anlatıyordu; “Sardalye konservesinde gibiydik, yattığımız yerde dönemiyorduk dahi. Durumumuz gittikçe kötüye gitmeye başlamasına rağmen umudun yarattığı güçle yaşadığımız ortamın felaketine dayanabiliyorduk.” Umut onları ayakta tutuyordu belki ama korkunç bir terk edilmiş duygusu ve değersizlik hissiyle de baş başaydılar; “Kimse bizi insan olarak görmüyordu. İnsan olarak görmediklerine neden yardım etsinlerdi ki?” Batırılan gemiden onun dışında kimse sağ kurtulamadı. Tek kurtulanın kendi olmasının verdiği ağır vicdan azabını hayatının sonuna kadar yaşayan Stoliar şöyle anlatıyordu; “Yaşamam için hiçbir sebep yoktu. Bütün ailem, nişanlım herkes yok olmuştu. Neden bir tek ben hayatta kalmıştım? Neden diğerleri ölmüştü? Kendimi suçlu hissediyordum.”

Soğuktan donmak üzereyken Şileli balıkçılar tarafından kurtarılmıştı genç David. Hapse atıldı İstanbul’da önce. Daha sonra, önce Filistin’e oradan da ABD’ye göç etti. Yıllar sonra, 2001 yılında, hayatını kurtaran balıkçılarla yeniden görüşmek için İstanbul’a geri döndü. Kendisine yardım eden balıkçılardan halen hayatta olan Siyam İsmail lakaplı İsmail Aslan ile bir araya geldiler. Torpillenen gemiden sağ kurtulan David’i bulan balıkçılar arasındaki İsmail Aslan, kendi giysilerini verip donmakta olan genci kurtarmaya yardımcı olmuştu. Hayatını kurtardığı için teşekkür ettiği İsmail Aslan’ın çok alçakgönüllü olduğunu söylüyordu Stoliar.

2012’de Halit Kakınç’ın Struma ile ilgili belgesel romanının yayınlaması üzerine Milliyet’in sorularını cevaplayan Stoliar, hayatta kalmasını sağlayan Türk halkının yardımlarını hiçbir zaman unutmadığını söylemişti. Ama bir itirazı da vardı. Kakınç’ın kitabının kapağında dahi olsa, kendi fotoğrafının, milyonlarca insanın katili, dünyayı bir felakete sürükleyen Hitler’in fotoğrafı ile aynı yerde yer almasından rahatsızdı. Stoliar 2014 yılında hayata gözlerini yumdu. Onu kurtaran İsmail Aslan ise, kaderin bir cilvesi olsa gerek, Struma’nın yıldönümünde, 24 Şubat 2012’de hayatını kaybetti. 

Bu David Stoilar’ın hikâyesi. Doğum sancıları tutup Balat Or Ahaim Hastanesine yatırılan hamile Medea Salamovici ve çocuğunun akıbetini bilmiyoruz. Veya Vehbi Koç tarafından gemiden kurtarılan bir petrol şirketinin Romanya genel müdürü olan Martin Segal ve ailesinin tüm bu hadiseler yaşanırken neler hissettiğini. Bir de ailesine hayatta olduğunu haber verebilmek, bir kart atabilmek için gemiden kaçarak karaya çıkan ama yeniden gemiye bindirilen kişinin hayatının yakalanmasaydı nasıl olacağını. Ya da Aaron Nommaz’ın anlattığı, facianın öncesinde İngilizlerin gemiden indirilmesine izin verdiği, ancak emniyet müdürünün o gün annesinin cenazesi nedeniyle görevde olmadığından gemiden indirilemeyen ve kurtarılamayan 28 çocuğun hayatlarının nasıl olabileceğini…

Bu elim hadisede birçok ülkenin sorumluluğu, ihmali, hataları bulunmakta. Ancak 78 yıl sonra kim daha suçlu diye tartışmak yerine, bu ülkeler resmi birer özür dilese, sorumluluklarını kabul etse… mezarı dahi olmayan bu kişilerin anısına Sarayburnu’na bir anıt dikilse… bunca kitabı yazıldı bir de filmi çekilse, daha çok kişi öğrense yaşananları…

Böylece unutulmazlar, ölümsüz olurlar. Hafızalarda canlı tutulursa eğer, bu ve benzeri hadiselerin tekrarlanması bir nebze engellenebilir. Bizler, ancak yaşananlardan öğrenebilir ve bu felaketlerin yol açtığı acıların tekrarını engelleyebiliriz. Ve ancak böyle, barış ve sevgi dolu yarınlar yaratabilir ve çocuklarımıza daha güvenli bir dünya bırakabiliriz.

Dün veya bugün, yurtlarını savaş, açlık veya farklı sebeplerle terk etmek zorunda kalan, çaresizlikten ölümü göze alıp bu zorlu yolculuklara çıkan ve hayatını kaybeden tüm insanların anısına saygıyla…

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün