Oku baban gibi...

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
15 Mayıs 2019 Çarşamba

Kurşun ve civa gibi ağır metallerin zekâ üzerine olumsuz etkilerinin önemi sık sık vurgulanır. Ancak, bu etkileri zeka üzerindeki daha başka sosyal etkilerle kıyasladığınızda, nisbeten küçük kaldıklarını görebilirsiniz. Örneğin, anne-babanın çocukla kurduğu ilişki ve o ilişki içerisinde elde edilenlerin zihinsel gelişimi hızlandırırken, bu yapılamadığında ise, işlerin ters yönde gider.

Bilginin nasıl öğrenileceğini hiç öğrenemeden, ama bir sürü şeyi öğrenmiş gibi yaparak bitirilen okullar (klişe deyişle, ‘eğitim sistemi’), kurşunun, civanın yeterince yapamadığını pek güzel yapageldi. Bu durum, öğretmenlerin ya da anne-babaların iradesinden ziyade, ülkenin genelindeki ‘yaratıcılık sevmezlik’ ve ‘farklıdan hoşlanmama’ eğilimlerinin doğal sonucu oldu. Yazımız okunmaz, lâfımız anlaşılmaz olduğu gibi, bir kitap okumayı konusunu bilmekten ibaret saydık.

Eh, coğrafya bilgimiz şeker fabrikalarının yerlerini ezberden söylemekle ölçülürse, edebiyat, örneğin Kara Kitap, hakkındaki fikrimiz de “çok derin bir kitap” veya “yazarı Safran’a takılıyormuş” gibi anekdotal olmaktan öteye geçemezdi. Çocuğumuz okumayı sevmiyor diye yakınıp, arka kapak özetlerinden kitap hakkında fikir yürütmeye ne buyrulur?

Bunu karamsarlık olsun diye söylemiyorum. Anlattığım dönemde yetişip, bu banalleştirici etkileri çok az yaşayanlar, iyi eğitim ortamlarına ‘denk gelip’ öğrenme keyfini yaşayanlar yok muydu? Pek çok...

Ama, yine aynı eğitim sürecinin ürünü olan kuşaklar, gazete köşelerinde yazdıklarında, “Canım, onun belindeki silâh değil de kılıfı”, diyerek saldırganlığı hafifsiyorlar. Havaalanında ‘Silâh teslim masası’ diye bir yere ihtiyaç duyacak kadar silâhlı insan sayısına ulaşmış durumdayız. Öğrenmekten, bilgiden zevk alarak yetişmiş kuşakların bu duruma düşmesi mümkün müdür?

Karamsar olanların aklına şöyle bir soru düşebilir: İyi eğitim sistemleri nerede? Ağız birliği etmişcesine, “Amerika!” diye bağırabilirsiniz. Bir başkası da “değil!” diye bağırabilir. Ne tür bir Amerikan malından söz ediyoruz? O mükemmel Amerikan eğitiminden geçenlerin ülkesi silâh taşımayı ve kullanmayı ‘yurttaşlık hakkı’ olarak görmüyor mu?

Şu haftalarda, küçük çocuğu olan anne-babalar çocuklarının hangi ilköğretim okuluna başlayacağını araştırmakla, kuralara girmek, sınav ve elemelere (5 yaşındaki çocuklar için) katılmakla, önkayıt paraları için bankalardan kredi bulmakla meşguller.

Bizim anne-babalarımız ne kadar da rahatmış... Arka sokaktaki ilkokula başlamak, sonra da iki durak ötedeki ortaokula devam edip, babamın, amcamın gittiği liseyi bitirmek gibi bir rutin dışında alternatifleri akıla bile getirecek bir durum yokmuş zira. Okul taksidi filân da yok, tabii ki.

Her ne kadar, yaşıtlarım kolej hazırlık (ya da şimdiki LGS) dersanelerinin bile olmadığı bir dönemin çocuklarıysa da, şimdi kendi çocuklarını bırakın kolejlere, ana sınıflarına hazırlık kurslarına gönderecekler neredeyse. Ne yapalım, herkes yapıyor biz de yapıyoruz, açıklamalarını özellikle bu konularda muhalif, ama ‘realist’ davranmak durumunda olan anne-babalardan duyuyorum.

Anne-babalar, “Acaba hangi okul daha iyi, hangisi daha iyi yetiştirir?” tartışmalarına boğulduğunuz şu günlerde, arayışınıza ölçüt olarak daha basit bir ilke koyabilirsiniz: Hangi okul ortamında çocuğum hırpalanmadan, kendine güven ve saygısını yitirmeden büyüyebilir? Çocuğum neler öğrenir, öğrendiklerini nasıl öğretirler, galiba, ikinci derecede ve teknik bir husus. Çocuğum hak ettiği saygıyı görür mü? Başkalarına saygılı olmayı öğrenebilir mi? Benim mahallenin bir köşesinde, altmış kişilik sınıfta öğretmenimden gördüğüm insan muamelesini, o benim onu yerleştirmeye çalıştığım yerde bulabilir mi? Kimsenin adam yerine konmadığı bir memlekette, çocuğunuzu adam yerine koyacak bir okul bulabilmenizi dilerim.

↔↔↔

Ödül ve ceza hakkında düşünceler

Modern anne-babaların yaygın biçimde benimsediği görüşleri arasında çocuklara ceza ve ödül uygulamalarına karşı olmak (düzenli uyku ve yemek saati olmasına ya da çocuklara hastalıklardan korunma amaçlı aşı yapılmasına da...) bir tür “plaza tarzı devrimci duruş” olarak kendini diğerlerinden ayırır. Çocukların robotsu biçimde yetiştirilmesine yol açacağı endişesi ile ortaya çıktığını varsaydığım bu yaklaşımın en uç şekli hayatta yaptıklarımızın somut bir sonucu olmaması ve başkasıyla uyum sağlama zorunluluğumuz olmadığı gibi bir yere varır. Çocuk yaştaki beyin yapısında somut ödül olmasa da ‘iyi’ davranmamızı sağlayan empati sistemleri bir yandan gelişmekteyken, ödülle pekişen ve cezayla pasifleşen davranışlarımızı kendi özgür irademizle düzenleyip denetlemek için yaş olarak pek de hazır sayılmayız.

“Ne yaparsan mübah, yeter ki iste!” sloganının egemen olduğu bir dünyaya gelen çocuklar, tam da doğruyu yanlışı eylemlerinin sonuçlarına bakarak öğrendikleri bir yaş döneminde, ödül ve cezaya karşı olan anne-babalarının gözünde ya da okullarında kendi canlarının istediğini yapma’nın (“çünkü BEN öyle istiyorum”) makbul ve muteber olduğunu görürler: “Oyuncağımı pencereden mi attım, elbet yenisini alacaklar”dır. “Kardeşime çelme takıp düşüşünü mü seyrettim, olur böyle şeyler”dir.

Aman durumu patolojikleştirmeyelim derken, başkalarına zarar vermeyi normalleştirip “Eh, öteki de yapmıştır bir şeyler” diyerek açıklama kültürünün kaynağındaki ‘sahte özgürlükçü’lüğe (“hayattaki eylemlerimin sorumluluğu bana ait değildir”) rıza göstermek zor. Bu “bırakınız yapsınlar-laissez faire” özgürlükçülüğünün başkalarının ihtiyaçlarını umursamayan, kendisinin ihtiyaç ve isteklerinin dışındakileri göremeyen bireyler yetiştirmeye gittiğini göremeyen 90lar anne-babalarının (ve o dönemde oluşmuş özel okul kültürünün) çoğu şimdiki duruma hayıflanmaktalar; okulların bir kısmı ciddi değişiklikler yapma hazırlığı içindeler. Eylemlerimizle yol açtığımız sonuçları görmenin öğreticiliğini hatırlayarak yapılabilecek şeyler yine de var. 

Ancak ceza ve ödülün keyfi biçimde ve çocuğun gelişimini gözetmeksizin verilişi yaşamdaki karar ve adımlarımızın doğal sonuçlarını görmemize ve (bir çocuk olarak) kendimize çekidüzen vermemize yaramaz. Üstüne üstlük, ailenin, okulun ya da devletin hayatımız üzerinde kendi “rahat”ına göre yaptığı düzenlemelere uymamanın mümkün olmadığını görür, bu ‘cezasız suçlar ve suçsuz cezalar’ dünyasının üyesi ve olmayan başarılar için verilen ödüllere, ve işlenmemiş suçlar için cezalara dayalı bir düzenin dişlisi oluruz.