KİMLİKLERİMİZ VE AKIL

Naci BOSTANCI Perspektif
4 Ocak 2023 Çarşamba

Modern zamanlarda kimlik konusunun geçmişle nispetle daha fazla ilgi çektiğini, daha fazla tartışıldığını ve gündem sıralamasında yukarılara tırmandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Niçin böyle olduğuna dair değerlendirmelerden önce kimlikten ne anlamamız gerektiğini ifade etmeye çalışalım. Çalışalım, diyorum, çünkü kimlik kolay tanımlanan, sınırları belli, kendisine ilişkin her şeyi ihata eden bir anlam dünyasına yerleştirilemeyecek kadar zengin çağrışımları olan bir olgu. Çok ana hatlarıyla kimlik, kişinin bir toplumsal grupla paylaştığı ortak nitelikler setidir, kendini nasıl gördüğü kadar başkalarınca nasıl görüldüğüyle alakalıdır.

Hepimizin cinsiyet kimliği var, toplumsal statü bakımından, etnisite olarak, dini kategoriler açısından kimliklere sahibiz. Üstelik bu saydığımız gruplandırmalar kendi içinde de alt tasniflere açık. Mesela en açık, sınırları belli cinsiyet kimliğinin dahi ‘zamanın ruhuna uygun’ temsilleri olduğunu unutmayalım. Bir yüzyıl önce ‘kadın’ denildiğinde ona atfedilen anlam ve pratiklerle zamanımızdaki birbirinden önemli ölçüde farklı. ‘Kadın’ evinde oturan, erkeğine hizmet etmekle mükellef, toplumsal rolü çocuk yetiştirmekle sınırlı, kamusal hayata katılmasının önünde engeller olan bir cinsiyet kimliğine sahipken, bugün bütün bunların tersine çevrildiğini ve bazen ‘eşitlik’ bazen ‘pozitif ayırım’ tartışmalarının da işaret ettiği şekilde çok önemli değişimler yaşandığını görüyoruz. ‘Erkeklik’de de geleneksel dünya içindeki temsilleriyle günümüz arasında neredeyse derin bir uçurum mevcut. Yüzyıl önce kadın erkek ilişkilerinde erkeğe atfedilen kimi temsiller günümüz dünyasında ‘maço’luk olarak adlandırılıp mahkûm edilebiliyor.

Etnisitenin, krallıklarda ve imparatorluklarda ‘kendiliğinden’ çok da göze batmayan ve toplumsal siyasal ilişkilerde kendisine yönelik göndermelerin günümüze kıyasla çok fazla olmadığı bir kategoriyken, uluslaşma ve ulus devlet süreçleriyle birlikte çok geniş bir ilişkiler ağında tayin edici yeni bir anlama ulaştığını görmekteyiz. Borges bir hikâyesinde kimliğin ne olduğunu, biraz da ironik bir şekilde ‘alışkanlık’ olarak tanımlarken, aslında geçmiş zamanlara bir gönderme yaparak bizi bugünkü zengin anlam katmanları karşısında düşünmeye çağırmaktadır. Şüphesiz gelişmiş, müreffeh, toplumsal bütünleşmesini sağlamış ülkelerde ‘kimliğin’ insanlar nezdindeki anlamı ile mesela Ömer Muhtar’ın Libya’da sömürgecilere karşı bağımsızlık mücadelesi verirken aynı dayanışma çizgisinde toplanan insanlar için kimliğin anlamı birbirinden çok farklıdır.

Dini kimlikler için de hem tarihsel olarak dikey, hem de kendi içindeki bölünmeleri bakımından yatay kimlik alanlarından bahsetmek mümkündür. Din, ‘kendi başına’ her türlü şarttan bağımsız, yani tarihsiz normlara elbette sahiptir. Herhangi bir dinden bahsettiğimizde, onun ne olduğuna ilişkin zihnimizde bir anlam dünyası şekillenir. Ancak insan tarihsel bir varlıktır ve dünyayı kavrama biçimlerindeki değişimin bir fonksiyonu olarak dini sürekli yeniden yorumlar. Aynı zamanda yine toplumsal, ekonomik ve kültürel olarak bulunduğumuz tabakanın verileri ışığında hayatı ve elbette dini kavrarız. Keza din, her türlü tartışmadan bağımsız ‘hakikat’çi özüyle bağlılarına konuşurken, diğer ‘hakikatçi’ dinlerle sınırları ve kesişme alanları bir muhakeme ışığı olarak içeriye dair yorumlarda mühim bir rol oynar.

Günümüzde kimliklerin daha fazla ilgi çekmesinin ardında görebildiğimiz kadarıyla iki önemli unsur vardır. Bunlardan birincisi, 19. yüzyıl düşünürlerinin ‘büyü bozumu’ olarak adlandırdıkları, dünyanın dünyalaşması, pozitivist ve seküler yaklaşımların bilim ve teknikteki gelişmelerle birlikte başat hale gelmesidir. Fizik ile metafizik arasındaki sınırların kararlı bir şekilde çizilmesi, dünyadaki her şeyin rasyonel bir indirgemecilikle anlaşılabileceği ve anlaşılması gerektiği yönündeki kuvvetli eğilim, insanoğlunun yeryüzündeki varoluşunun da her açıdan aklın sınırları içinde tüketilebileceği ‘inancı’nı pekiştirmiştir. Şüphesiz ‘akıl ve bilim’ çok önemlidir, ancak akıl değil akıllardan bahsedilmesi, bilim denildiğinde de sürekli ‘yanlışlama’ ile ilerleme ilkesinin her aşamaya kuşkunun bulutunu taşıması, insanoğlunun varoluşunu rasyonel kategoriler bakımından bir ‘varsayıma’ ‘başka türlü de olabilecek bir seçeneğe’ taşıdığı için tabir caizse büyüsünden mahrum etmiştir. Oysa iki insanın arasındaki ilişkiyi dahi bütünüyle akla indirgemek ve karmaşık, belirsiz, adlandırılamayan, esnek, her türlü indirgemenin ötesindeki çağrışımlardan mahrum olarak görmek mümkün değildir. Aşkın, dostluğun, güvenin, itibarın, iyiliğin, ideallere adanmanın, çeşitli grup içi ilişkilerin ve grupları oluşturan dinamiklerin çözümlenmesinde elbette akla başvururuz, ancak bu anlamların sadece ve ancak ‘dünyayı dünyalaştıran’ bir akılla anlaşılabileceğini düşünmek doğru, yeterli ve kucaklayıcı olmayacaktır.

İkincisi, modern zamanlarla birlikte insanın dünyayı kavrayışına sınırları aşkın bir şekilde küresel ölçekte çok fazla imaj, mesaj, görüntü, anlam, tecrübe dâhil olmuştur. Filmler, romanlar, bilimsel çalışmalar, şiirler, her gün akıp giden haberler, televizyon yayınları, internet insanın kendisini ait hissedemeyeceği kadar geniş bir evren zemini oluşturmaktadır. İnsanın, böylesine büyük hacimli bir referans çerçevesinde kendine bir yer, bir aidiyet, ötekiyle biz arasında bir sınır araması, ayağını basacağı bir yeri hayal etmesi olağandır. Dünyadaki tüm insanlık zengin çeşitliliği fakat aynı zamanda çelişkileri ile ‘benzerlik’ ve özdeşleşme için fazla büyüktür. Latinlerin dediği gibi “Nihil humani hum alienum puto”, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir, ancak insan da bu yeryüzünde insan kardeşleriyle her şeye ortak değildir. Anlamak ve ait olmak farklıdır. İnsan ben buyum diyebilmek için ben o değilime ihtiyaç hisseder ve modern zamanlar, olmadığımız hususlara ilişkin bize geçmişle mukayese edilemeyecek ölçüde veri sunar. Kimlik için altı çizilen en önemli hususlardan biri, varlığı için ötekine duyduğu derin ihtiyaçtır. Modern iletişim tekniklerinin ötekine ilişkin bombardımanı aynı zamanda ben ve bizi de tahkim edecek şekilde bir bağlam oluşturur. Her kimlik ötekiyle birlikte güç kazanır.

Toparlayacak olursak, bugünün dünyasında her kimlik, kendisine meydan okuyan rasyonel indirgemeciliğin ve küresel çeşitliliğin karşısında ve tuhaf şekilde onların sayesinde şekillenmekte, derinlik kazanmakta, başında metafizik bir hale oluşmaktadır. Modern zamanların şartlarında hayat kazanan etnik ve dini kimlikler tarihin derinlikleriyle kurdukları manevi bağlar üzerinden bugünün insanlarını geçmişteki atalarıyla tarihsiz bir düzlemde buluşturmakta, çekirdeğindeki akılla tüketilemeyecek anlamlar, imajlar, esinlenmeler, ürpertiler üzerinden yaşayanlar ile geçmişin ölülerini aynı iklimde nefeslenen varlıklar haline getirmektedir. Bunun böyle olmadığını, aslında yaşananın kolektif bir yanılsamadan ibaret sayılması gerektiğini düşünüp, kimlik havuzlarında soluklanan insanlara okuryazarlara has rafine bir üzüntü ile bakmakta, tuhaf bir kibir, geçmiş insanların tecrübelerine karşı bir saygısızlık yok mudur? Aslında bu bakış sahipleri de itiraz ettikleri kimlik yanılsamasının muadili bir republic litera içinde olduklarını gizliden hayal etmekte değil midirler? Paul Hazard, aydınlanma çağında Parisli hanımların taliplerini hayli zor matematik problemlerine tabi tuttuklarından, bunun neredeyse bir modaya dönüştüğünden bahsederken, aydınlanma dini tahtından indirdi ancak oraya tıpkı din gibi aklı çıkardı, der. Çözümlemelerde akıl ile takdis edilmiş akıl aynı sonuçlara ulaşır mı, bundan emin değilim.  

Sonuçta tarihi ve kültürel varlıklar olduğumuz, ‘akıl yürütmelerimizin’ episteme ve paradigmadan bağımsız olmadığı, sonsuz bir bilginin ışığıyla her şeyi dibi bucağına kadar aydınlatamadığımız, hükümlerimizin ancak bir açıklama biçimi olduğu gerçekliği, bizi nice kılık içinde insanoğlunun yeryüzü macerasında hayat bulan bir özdeşlik alanı olarak kimlikler karşısında daha dikkatli, ihtiyatlı ve saygılı olmaya sevk etmelidir, diye düşünürüm. Özellikle etnik ve dini kimlikler söz konusu olduğunda geniş yığınları derinden kavrayan bu anlam dünyalarının, kendilerini açıklamaya dönük her tür bilimsel çabaya sonuna kadar açık olurken, her çözümlemenin ait olduğu gelenekle bağdaşık şekilde sonunda üç noktayı gerektirdiğini unutmamak gerekir. Tagor, herkes ırmaktan testisi kadar su alır derken, biraz da, dünyayı anlamak için çaba gösteren her akla, kibre kapılmadan sınırlılıklarını da hesaba katarak konuşması gerektiğini hatırlatıyor değil midir?

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün