Minarelerin dilinden anlamak!

Güneş her gün, çocuğunu arayan bir anne gibi Üsküdar’daki caminin ardında doğarken, Ay Edirnekapı’daki caminin minarelerinin arkasına saklanır. Her akşam Ay, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin saçlarını taçlandırırken, uykuya yatmak üzere olan güneş, başını, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin kubbesine dayar.

Sunay AKIN Köşe Yazısı
22 Haziran 2016 Çarşamba

İstanbul’da, Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın adını taşıyan iki cami vardır. Bunlardan biri Üsküdar’da, öteki ise Edirnekapı’dadır. Güneş her gün, çocuğunu arayan bir anne gibi Üsküdar’daki caminin ardında doğarken, Ay Edirnekapı’daki caminin minarelerinin arkasına saklanır. Her akşam Ay, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin saçlarını taçlandırırken, uykuya yatmak üzere olan güneş, başını, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin kubbesine dayar. İstanbul’da bu yüzden bir değil, iki tane Mihrimah Sultan Camii vardır. Mihrimah’ın (mihr ü mah) anlamı da ‘güneş ve ay’dır!

Sultanahmet Camii’ni ne zaman görsem, gökyüzüne uzay araçları gönderen bir üs gelir aklıma… Görkemli caminin kubbesi bir rasathaneyi, minareleri de füzeleri anımsatır bana. Kubbeleri ve minareleriyle tüm camiler aynı duyguyu yaratsa da, Sultanahmet Camii’nin görüntüsü beni daha renkli bir serüvene sürükler…

Şerefelerin aralarındaki mesafe, gökyüzüne yükseldikçe boşalan ve ağırlık yapmasın diye atılan yakıt tankları gibi görünür gözüme… Uygarlık tarihinde, Ay’a giden roketlerin görünümüne bir minareden daha çok benzeyen hangi yapı vardır ki? O minareler ki, aralarına Ramazan aylarında, düğünlerde, törenlerde yazılar yazılmış, resimler yapılmıştır. Bir de mahyaların elektriğin olmadığı yıllarda kandillerle hazırlandığını düşünürsek! “Eee, ne var bunda?” demeyin sakın! O kandillerde uzaya giden roketleri harekete geçiren ateş yok muydu? Düşlerin ve hayallerin tarihinde mahyalarda ışık saçan ateşle, Ay’a doğru yol alan roketlerin altında yanan aynı ateştir.

Necdet Sakaoğlu, ‘Bu Mülkün Sultanları’ adlı o güzelim kitabında, Sultanahmet Camii’yle ilgili şu bilgiyi aktarır: “Ayasofya’nın karşısında ondan daha alımlı ve estetik ağırlıklı Sultanahmet Külliyesi için kişisel gelirinden servetler tüketen I. Ahmet’in yaptırdığı caminin 14 şerefesi, onun 14. Osmanlı padişahı olduğunu simgeler.”

 Bayramlaşma törenlerinde elini öpen bilginler ve şairler karşısında tahtından kalkma inceliğini gösteren I. Ahmet, altın bir kazmayla bizzat çalışır, yapımına 1609 yılında başladığı Sultanahmet Camii’nin temelinde… Tarihte kaç padişah ya da kral, bir şairi tahtından kalkarak selamlama nezaketi göstermiştir?

Alpay Kabacalı ustamız da, ‘Geçmişten Günümüze İstanbul’ adlı bin bir emekle hazırlanmış eserinde şunları yazmıştır: “Sultanahmet Camii’nin 6 minaresinin simetrisi yalnız Sultanahmet manzumesinin ahenk ve güzelliğini değil, İstanbul panoramasının da harikulade bir parçasını teşkil etmektedir. Altı minarenin ikisi üçer ve dördü de ikişer olmak üzere 14 şerefesi vardır.”

 Affınıza sığınarak, bilmeyen genç okurlarımıza şerefenin, minarelerde müezzinin ezan okuduğu fırdöndü balkon olduğunu anımsatarak, Sayın Sakaoğlu ve Sayın Kabacalı’nın ‘14’ olarak belirttiği sayı üzerinde duralım! İsterseniz bu görüşe bir de, Türkiye Anıtlar Kurulu’nun 1954 yıllığında yer alan, Sultanahmet Camii’yle ilgili şu bilgiyi de ekleyelim: “Sultanahmet Camii’nin 6 minaresinin 14 şerefesi vardır ki, bu hükümdarın 14. padişah olduğuna delalet etsin diye yapılmıştır.”

Eh artık, görenin hayran kaldığı Sultanahmet Camii’nin 6 minaresi ve 14 şerefesi olduğu konusunda bir şüpheniz kalmamıştır! Oysa 14 sayısı yanlıştır! Evet, caminin 6 minaresi vardır ama şerefe sayısı 14 değil, 16’dır. Şerefeler altı minarenin dördünde üçer ve ikisinde ikişer olarak bulunmaktadır! Camilerimizin kubbelerine baktığımızda aklımıza rasathane, minarelerine baktığımızda ise uzay roketi gelmeyişinin nedeni de, şerefe sayısındaki matematiksel hata olsa gerek!

Sultan I. Ahmet’in Osmanlı tahtındaki 14. padişah olduğu doğrudur. Osman Bey’den başlayan padişah sayısı 1603 yılına gelindiğinde, tahta çıkan I. Ahmet’le 14 sayısına ulaşır. Bu durum, şu soruyu sormamıza neden olur: I. Ahmet, Sultanahmet Camii’ndeki şerefelerin sayısını tahta çıkan padişah sayısına göre yaptırdıysa, ortada ikinci bir sayı hatası mı var?

Yanıtı bekletmeden verelim: Hayır efendim, yoktur. Çünkü I. Ahmet’ten önce iki padişah hayatlarında iki dönem tahta oturmuşlardır. Bu padişahlar II. Murat ve oğlu II. Mehmet’tir. Bu durumda I. Ahmet 14. değil, 16. padişah olmaktadır.

Oysa Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, tarihi caminin şerefe sayısını doğru olarak vermektedir: “Altı adet göklere baş uzatmış yüce minareleri vardır. Ahmet Han, sultanların on altıncısı olduğundan ve on altıncı padişah tarafından yaptırıldığından, ona belirti olması için altı minarelisi ve on altı şerefelidir.” Sultanahmet Camii’nden bahsederken, Evliya Çelebi’yi anmamak haksızlık olurdu. Çünkü Evliya Çelebi’nin ‘delinmemiş eşsiz bir inci’ olarak tanımladığı caminin eşsiz güzellikte olan, göreni hayran bırakan Kıble Kapısı, babası Kuyumcubaşı Derviş Mehmet Zılli tarafından yapılmıştır.

Sultanahmet Camii’ni uzaya roket gönderen bir üsse benzetmemin nedeni belki de, I. Ahmet’in, caminin mihrap duvarına Kâbe’den getirttiği üç parça Hacer-i Esved taşı koydurttuğunu bilmemdir. Söz konusu taş, Hz. İbrahim’in Kâbe’yi tamir ederken de kullandığı, uzaydan dünyaya düşmüş bir göktaşıdır!

Yıldırım Beyazıt’ın oğlu Musa Çelebi’nin kazaskeri olan Şeyh Bedrettin, Osmanlı tahtını Çelebi Mehmet’in ele geçirmesiyle sürüldüğü İznik’te, ünlü kitabı Varidat’ı yazar. İlk Türk materyalisti olan, toprak reformunu savunan Şeyh Bedrettin, yandaşlarıyla birlikte Rumeli’ye geçer. Kimilerine göre tasavvufun en önemli adlarından biri olan Şeyh Bedrettin’in yolculuğunu, Nâzım Hikmet’ten okuyoruz:

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar

ve bir yelkenli vardı.

Bir gece bir denizde bir yelkenli

yapyalnızdı yıldızlarla.

Üzerine ordu gönderilen Şeyh Bedrettin, 1418’de, Serez kentinin çarşısında asılır. Bedrettin’in mezarı, 1924 yılına kadar, doğduğu yer olan Simavna’daki tekkesinin avlusunda kalır. Lozan Antlaşması gereği Yunanistan’daki Türklere zorunlu olarak göç yolu açılınca, beraberlerinde Şeyh Bedrettin’in kemiklerini de getirirler. Topkapı Sarayı’nda çinko bir kutuda saklanan kemikler, Gagarin’in uzaya çıktığı 1961 yılında, Divanyolu’ndaki II. Mahmut Türbesi’ne gömülür. Mezarı, içinde II. Mahmut, Abdülmecit, II. Abdülhamit gibi padişahların yattığı türbe kapısının hemen yanı başındadır! Kendini ‘devrimci’, ‘sosyalist’, ‘solcu’ olarak gören nice insan, padişah türbesi olduğu ve bahçesinde Osmanlıca yazılı mezar taşları görüldüğü için, bu tarihi mekânın kapısından içeri girmemektedir. Böylelikle de, Nâzım’ın şiirinden dolayı sevdikleri ya da hakkında birkaç yazı okudukları Şeyh Bedrettin’in mezarının İstanbul’da olduğunu pek bilmemektedirler.

Hadi bakalım, minarelerini füzelere benzettiğimde ‘Ay Hırsızı2 adlı bu kitapta zoraki yer aldığını düşünmüş olabileceğiniz ama bir köşesinde göktaşı olduğunu öğrenince şaşırarak “yeri bal gibi de varmış” dediğinizi duyar gibi olduğum Sultanahmet Camii’nin öyküsünde, Şeyh Bedrettin’in işi ne?

Bedrettin’in Türkiye’ye getirilen kemikleri gömülmeden önce yalnızca Topkapı Sarayı’nda değil, 18 yıl Sultanahmet Camii’ndeki bir dolapta saklanmıştır!