Kura Irmağındaki Gürcü kızın hikâyesi

Babaannesinin yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı ‘Kura Irmağı’nın Kıyısında’yı Tamara ile konuştuk. Gürcistan’da başlayan hikâye, Türkiye’nin 70’li yıllarından kesitlerle, sancılı yılların akıllarda bıraktığı anılara ışık tutuyor.

Dalia MAYA Sanat
27 Nisan 2016 Çarşamba

Her kitap bir yolculuktur yazarına. Ve her kitap bir yolculuktur okuruna... Her kitap binlerce yolculuktur, her okura ayrı bir yolculuk, her okumada yepyeni bir yolculuk. Zira ne okur birebir aynıdır her okumada, ne kelimeler aynı anlamı içerir okura... Elimde Tamara Pur’un yüreğini açığa çıkararak yazdığı kitabı, bir yolculuğa çıkarken Paris’e doğru uçakta; bambaşka bir yolculuğa çıkıyorum ‘Kura Irmağı’nın Kıyısında’, Tamara’ların yüreğinden kendime doğru... Elbette sizleri de davet ederek bu yolculuğa...

 

Öyle derinsin ki Gürcü kızı

Öyle derinsin ki...

Senin yanında yalnız kalmadı

Gelen hiç kimse...

Senin yüceliğini anlatır

Her harf, her kelime...

Öyle derinsin ki, öyle saf

Sen Gürcü kızı...

Uyandın,

Uçuverdi kelimeler

Kura nehrinden

Kitaplardan ruhları sarmaladı...



 Gürcü şair Anna Kalandadze’nin şiiri üzerine bir çeşitleme

                                         

Kitap elimde, ben uçakta... Kokular, tatlar, renkler, sesler, görsellik, dokunuşlar ve müzik sarıyor yedi yönden etrafımı. Yedinin gizemi işliyor usul usul satırlardan gözlerime, oradan yüreğime. Unutuyorum uçakta olduğumu.  Unutuyorum nereye gittiğimi. Okuyorum. Kraliçe Tamara’nın, babaanne Tamara’nın ve torun Tamara’nın hikâyelerini . Hikâyeler birbirlerine karışıyor, an geliyor tüm okuduğum hikâyeler benimkine karışıyor... Tamara’lar bir oluyorlar. Giderek Tamara(lar) ben oluyorlar, ben de Tamara. Naif ve samimi. Tüm kurgusal kabuklarından soyulmuş bir yürek açığa çıkıyor satırlarda. Alıp o yüreği kendi yüreğimin içine gömmek istiyorum. Gömüyorum da. Okudukça, yıllardır tanıdığım, yaşamın güzel anlarını olduğu kadar sancılı anlarını da paylaştığımız Tamara’yı daha da yakından tanımak istiyorum.  İstanbul’a döner dönmez oturup karşılıklı kitabı konuşuyoruz, Tamara’ları, anneliği, torunluğu, bilgeliği konuşuyoruz. Esasen yaşamı konuşuyoruz. Ama en derinimizde yüreklerimizi konuşuyoruz. Ha Kura Irmağı’nın kıyısında, ha İstanbul Ulus’ta bir evin bahçesinde, bir ağacın dibinde...

“Tüm kalıcı öyküler, içinde dev gibi bir ağacın uymakta olduğu bir tohum gibidir. Bu ağaç bizim içimizde büyür ve gölgesi belleğimize düşer” (Julio Cortazar) sözü ile başlıyorsun hikâyene... Nasıl bir gölge oldu Tamara babaanne, torun Tamara’ya? Hangi yükler, hangi heyecanlar, hangi içsel güvenler taşındı? Ağaç olan babaanneden, tohum olan toruna ve o tohumdan yeniden doğan bir ağaç olan bu kitaba?

Babaannem çok güçlü bir kadındı. Çok yoksulluk içinde büyümüş. Onunla çok fazla ilgilenemeyen bir anne baba... Fakat yine de çok esprili bir anne. Yoksulluk içinde olsalar da evde kahkahadan geçilmiyormuş. O kadar neşeli imiş hepsi. Bu bir bilgelik bence. Babaannemde o her zaman vardı. En zor anında bile -ki birçok kayıpları oldu; torun, çocuk kaybetti- bir teslimiyet, bir kabulleniş vardı onda. Her şeyi şaka ile karıştıran, yaşama çok bağlı bir insandı. Bu beni çok etkiledi. Bir hayranlığım da vardı ona karşı. Babaannem çok güzel ve bu güzelliğini devamlı koruyan, kendini seven bir kadındı. Kendini sevmek belki ondan öğrenmem gereken bir nitelikti.

Bense kitapta da okunduğu gibi fanus içinde büyütüldüm. Çok koruyucu bir ortamda yetiştim. Ve büyüyemediğim, çabuk büyüyemediğim için acı çektim. Hep bir özlemim vardı. Güçlü kadın nasıl olur? Yaptığım söyleşilerde de herkeste o güçlü kadını aradım. Babaannemle sohbetlerimde de, o kendi içindeki güçlü kadını daha çok çıkarmak istedim.

 

 

Sen güçlü bir kadın mısın?

 Oluyorum. Güçlü değildim. Ya da belki güçlü imişim. Onu bilmiyorum.

İnsan kendinde olanı özlermiş. Kendi içinde yeşermesi gereken tohumun özleminde yaşarmış…

 Çok güzel. Bu demektir ki, bilmiyorsun. Sende var ama farkında değilsin.  Farkına varmak için bir yola çıkıyorsun. Örnek aldığın kişiyi seçiyorsun. O kişi sana ayna oluyor. Neden ona doğru gidiyorsun? Çünkü sende ondan bir parça var.

 Bu babaannenin sendeki gölgesi. Peki, sendeki ağacın, tohumu kitap olan yeni ağaca gölgesi nasıl yansıdı? Nasıl bir süreçti bu?

Çok zor bir süreçti. On sene önce başladı. Ben o güçlü kadını babaannemde görürken ve bende yansımasını görmek isterken hikâyesini anlatmasını rica ettim. Gittiğimde bana eski fotoğrafları çıkarmaya başladı. Şalom’da zaten söyleşiler yapıyordum. Aynı dönemlerde Mario Levi’den yaratıcı yazarlık eğitimleri almaya da başlamıştım.  Mario’dan aldığım güzel duyumlar beni çok destekledi. Tohumu orada toprağa ektim. O toprakta güzel bir şekilde harmanlandıysa da, sonra bir müddet durması gerekti.

Neden durdun?

Bir şekilde ilerleyemedi, tıkandım belki. Derken bir gün Yeşim Cimcoz atölyesinde Füsun Çetinel’le ‘Yarım Kalan Romanlar’ çalışmalarına katıldım. Arada Gürcistan’a da gitmiştim. Doğum sancısı, tabii ki çok zordu çünkü ben sadece babaannemi anlatmak istemiyordum. Kendimi de ortaya çıkartmak istiyordum. Füsun Çetinel’in bu anlamda desteği, zaman zaman beni iteklemesinin etkisi var. 

Edebi bir dille kaleme aldığın kitap, Rus Devrimi’yle başlıyor, dağılan Osmanlı İmparatorluğunun yanında kalmış Gürcistan’da geçiyor. Küçük yaşta göç etmek zorunda kalan bir babaannenin anılarını dinlerken, torunun kendi hikâyesini de dinliyoruz geri dönüşlerle…

Evet, Türkiye’nin 60’lı, 70’li çalkantılı yıllarından kesitler var kitapta. 6-7 Eylül olayları, babamdan duyduğum, bildiğim kadarıyla. Etkilendiğimiz tarihler, sancılı yıllar,  unutulmayacak anılar bırakırlar belleğimizde. Babaannemin hikâyesine kız kardeşininki de ekleniyor, farklı zamanlarda farklı yaşamlar birbirinin içine girip karışıyor, eriyor. Kitapta yazdığım gibi Tiflis oluyorum kimi zaman, kimi zaman babaannem, kimi zaman da Kura…

Sen ayrıca, şiir okuması kisvesi altında bir terapötik çalışmalar da yapıyorsun. İnsanların kendi yolculuklarında kendilerine ayna tutmalarını ve kendilerini fark etmelerini sağlayan çalışmalar bunlar. Tatlılıkla, hiç acıtmadan, yumuşacık yöntemlerle kendimizi fark etmemizi nasıl sağlıyorsun?

90 yılında şiirle tanıştım, meğer çok seviyormuşum şiiri. Öyle bir girdim ki içine… Büyük bir açlıkla şiir kitapları okumaya başladım. Beni çok beslediler. Hiç bırakmadım şiiri. Şiir de beni bırakmadı. Bana şifa oldu. Beni iyileştiriyorsa, neden başkalarını iyileştirmesin dedim. Zaten şiirin şifalandıran gücü batıda da ispatlanmış. Hatta ülkemizde Ataol Behramoğlu, bir hastanede yaşadığı deneyimden yola çıkarak psikolojik tedavi gören gençlerde şiirin güzel etkiler bıraktığını ve bunu somut olarak gördüğünü söylüyor.

Önceleri sırf şiir söyleşileri yapıyordum. Zamanla sohbetler, masallar aralara girerek kendi kendini tamamladı. Tabii ki eğitimlerden aldıklarımı da içine kattım.

Ne gibi eğitimler aldın?

Edebiyat eğitimlerinin, yaratıcı yazma eğitimlerinin yanı sıra İsrail’de Lesley Üniversitesi eğitmenlerinden iki seneye yakın art terapi eğitimleri aldım. Onlar çok faydalı oldu bana.  Sanat çalışması gibi kendini fark ediyor, anlatıyorsun. Bir ağaç çizmiştim mesela. Ben ağacın dallarını hep güdük güdük çizmişim,  Hoca dedi ki , “hani nerede bu ağacın dalları?” Çizdiğimizi müzik eşliğinde dans etmeliydik. Ben de önce eğilerek sonra gittikçe yükselerek kollarımı göğe açmıştım. Kollarım bin bir dal olmuştu gökyüzünde. Hoca da, “sen busun aslında, kendini artık kapatma demişti.” Ardından nefes çalışmaları yaptım. Orada da kendimi kendime anlatma şansım oldu. Yavaş yavaş kendimle yakınlaştım. yakınlaştıkça insanlarla daha doğrudan bağlar kurar oldum.. Şunu gördüm: Bu kitap bir ilk. Yine de aslında bu benim ilk kitabım değil. İlk deneyimim de değil, ilk emeğim de değil. Kendime çok emek verdim. İçimde bilgiler harmanlandı. Zamanını bekledi. Belki bu kitabın çok kolay okunması, insanların yüreğine dokunması bundandır. Zira benim yüreğimden çıktı hepsi. Yürekten çıktığı için yüreklere hemen dokunuyor. Dürüst oldum kendime. Dürüst olunca her şey akıp gidiyor zaten.

Okurların tepkisinden bahsetsek biraz?

Herkes kendinden bir parça buluyor bu kitapta. Kimisi atalarının göç hikâyesini hatırlıyor. Memleketinden koparılışının acısını hissediyor yeniden.  Kimisi tanıdık bir terzi, bir balıkçıya rastlıyor. Dumanı tüten mis gibi kokan bir yemek canlanıyor gözünde. Ya da yaşamında geçen sevimsiz bir anı, burun direğini sızlatıyor. Artık arınmak istiyor kimisi, fazlalıklardan kurtulmak istiyor. Ve bu çok hoşuma gidiyor, farklı ülkelerden gelsek, farklı geleneklerimiz olsa bile anılarımız, özlemlerimiz bir. Eski bir deyişle ‘’aynı güneşte çamaşır kuruttuk.’’

Biz insanlar genelde, kendimizi koruma dürtüsüyle kılıfların altına gizliyoruz. Ve o kılıfları kaldırınca çok kolay yara alacağımızı zannediyoruz. Oysa Tamara bu kitapla birlikte kabuklarını kaldırmış, çırılçıplak duruyor.

Kabuklarımız doğru olmayan kabuklar. Giyindiğimiz yanlış maskeler. Onların yara alması daha kolay. Çünkü bize ait değil.

Ne beni o kadar çok acıtabilir? “Sen böylesin” deseler mesela. Şöyle düşünürüm artık: “Evet, ben böyleyim. İnsanlar da onu görsün istiyorum. Olumsuz görünenin arkasında bir güzelliğin olduğu görünsün. Aslında kendimi ifade etmeye çalışıyorum.

Sen kendini kendine mi ifade ediyorsun yani?

Tabii, tabii. Başkasıyla işimiz yok bizim. Biz kendimizi anlayalım yeter.

Her yazar biraz da okunmak için yazmaz mı?

Önce kendine dokunuyorsun. Kendi kalbine. Sonra karşıdakinin kalbine… Tabii ki okunmak istiyorum. İstemez miyim?  Ama okunmak istememin nedeni şu: Öykülerimizle, köklerimize sahip çıkmalıyız. Onları tanıdıkça daha çok birleşeceğiz birbirimizle. Birhan Keskin’in şiirinde dediği gibi, bir acımı ortaya koydum. Şimdi gelip de onu, kimisi bakarsın okşar, kimisi bakarsın ona sarılır ya da kendi acısını koyar üstüne, iyileştirir. Ne olur? Bir oluruz. Zaten biriz. Öykülerimiz, yaşanmışlıklar anlattıkça bizi iyileştirir.         facebook.com/yolculugum