Örümcek ile Arı

Çok seslilik adına; ölümü, terörü ve öldürmeyi yüceltmeyen, ötekiye ırkçılık ve ayırımcılık yapmayan ve nefret söylemine itibar etmeyen her türlü farklı ve ayrıksı düşünceleri mutlaka dinlemek gerek. Tarih zaten doğal seleksiyon sayesinde ‘yanlış’ fikirleri çöp tenekesine atacaktır.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
20 Ocak 2016 Çarşamba

18. yüzyıl İngiliz yazarı Jonathan Swift, ‘Kitapların Savaşı’ adlı eserinde, düşünce dünyasında asırlar boyunca tartışılan ‘tek seslilik/ çok seslilik’ mücadelesine atfen hayvanlar âleminden ilginç bir analoji kurar.

Örümceği tek seslilikle örtüştüren Swift, bu küçük canlının tamamen kendisinin salgıladığı madde sayesinde ağını oluşturduğuna ve bunu yaparken kimseden yardım almadan hayatını idame ettiğini hatırlatır okuyucuya. Bu karakterin karşıtı olarak arıların çalışma şeklini dile getirir, Swift. Arıların doğada buldukları ve işlerine yarayacak her türlü çiçek ve bitkilerin nektarını yutarak, bunu bala dönüştürdükleri gerçeğinden yola çıkarak bu faaliyeti de çok sesliliğe örnek bir doğa olayı olarak verir okurlarına. Diğer bir deyişle, örümcek, kozasını kendi gücü ile ve kimsenin yardımı, ‘fikri’ olmaksızın örerken arı ise faydalı bulduğu her ürünün nektarını, ‘fikrini’ alarak balı üretir.

Çok sesliliğin günümüzde tek sesliliğe açık ara tercih edilmesi gereken norm olduğu biliniyor. Örneğin, homo sapienslerin diğer insan türlerine göre çok daha ileri bir uygarlık kurmuş olmasının kendi içindeki işbirliği modeli sayesinde olduğunu anlatır bize evrim teorisi. Aynı şekilde bugün insan beyninin güçlü olması, diğer benzerleriyle sürekli iletişimde olması ile açıklanıyor bilim dünyasında.

Pedagojiye göre çocuklar, tecrübelerini birbirlerine aktardıkları oranda dünyevi meselelerin nedenlerini daha iyi anlayabiliyorlar. Keza, fabrikalarda yöneticiler ve işçiler yaptıkları ortak toplantılar ve beyin fırtınası seansları sayesinde yeni ve yenilikçi fikirler yaratabiliyorlar.

Buna karşın, insan karakterinin en önemli yapıtaşı olan ego’nun diğer egolarla çarpışması durumundaysa çok sesliliğin bazen kaotik ve içinden çıkılmaz olumsuz sonuçlar doğurduğunu da biliyoruz mutlaka.

René Descartes ve Friedrich Nietzsche gibi düşünürler münzevi ortamda ve sükûnet içindeki bir yalnızlıkta düşünmenin ve teori geliştirmenin insanın kendisine ve topluma yararı olduğuna iddia ederken Socrates ve Hannah Arendt gibi düşünürler ise tersine diyalogcu yaklaşımı benimseyip ‘öteki’ ile sürekli iletişimde olunduğu sürece doğruya ulaşılabileceğini savlarlar.

Bu teoriler siyaset ve yönetim sistemleri düzeyinde incelendiğinde ise, çok sesliliğin post modern toplumların olmazsa olmazı olduğu görülüyor.

Tek sesliliğin ise zamanla toplumları nasıl da felakete götürdüğünü yazıyor tarih zaten. Çok sesliliğin ise genelde toplumları siyaset bilimi bağlamında ileriye taşıdığıysa başka bir tarihi gerçek.

Türkiye, 1948’den beri siyasette çok partili sisteme, yani çok sesliliğe geçmiş bir ülke. Lakin bu çoğulculuğun genelde daha çok sandık demokrasisi anlamında karşılığını bulduğu görülürken çok sesliliğin olmazsa olmazı olan farklı, aykırı hatta saçma fikirlere pek de fazla açık olmadığı bir ülke görünümünden bir türlü çıkamamakta.

Yerleşik düşüncelere karşı çıkanlara veya onlara karşı alternatif fikir üretenleri kıyasıya eleştirmek, hatta onlara hain damgası vurmak, Osmanlı’dan beri süregelen ve değişmemekte ısrar eden tek sesliliğin sesi olarak hala uygulanan bir pratik maalesef. Oysaki sorunlu, eksik hatta saçma dahi olsalar farklı fikirlerden yola çıkarak yeni ufuklara dalmak, yerleşik düşünceleri ve uygulamalarını çağın ve ‘yeni’ insanın ihtiyaçları doğrultusunda yenilemek pek de mümkün. Diyalektik yasası da bunu söyler zaten.

Çok seslilik adına; ölümü, terörü ve öldürmeyi yüceltmeyen, ötekiye ırkçılık ve ayırımcılık yapmayan ve nefret söylemine itibar etmeyen her türlü farklı ve ayrıksı düşünceleri mutlaka dinlemek gerek. Tarih zaten doğal seleksiyon sayesinde ‘yanlış’ fikirleri çöp tenekesine atacaktır.

İktidarda olsun, muhalefette olsun, siyasette tek sesliliğin ülke sorunlarına çözüm getirmekte pek faydası olmadığını görüyoruz bugün dünyanın neresinde olursak olalım.

Bu nedenle, çok seslilik bizim yegâne hedefimiz olmalı.

Tek sesliliğe karşı ise mücadele yolları arayışında olmalıyız.

Zira Hannah Arendt’in dediği gibi, “İnsanlık, tekil bireylerin çokluğundan ibarettir.”