‘Çengnâme’nin ışığında mitoloji ve edebiyat notları

Bu ve muhtemelen bunu izleyecek olan yazılarım, mitoloji ve edebiyat üzerine olacak. Genelde mitoloji, özelde ise mit’in edebiyata tesirlerine dair okumalarımın notlarını paylaşacağım… ‘Çengnâme’ ismindeki eser, yazacaklarımın merkezinde olacak

Perspektif
11 Mart 2015 Çarşamba

Orçun Üçer


‘Çengnâme’ ismindeki eser, benim bu sahaya ilgi duymama vesile olduğu için, yazacaklarımın (gerek konusu ve gerekse, Prof. Dr. Gönül Alpay Tekin’in, eseri yorumlayış biçimi sebebiyle) merkezinde olacak. Öyleyse, bu eser hakkında kısa bir bilgi vereyim:

‘Çengnâme’, XV. asır Türk edebiyatı şairlerinden Ahmed-i Dâî’nin telif ettiği mesnevîsinin ismidir. ‘Çeng’ isimli (arp grubundan) bir çalgının hikâyesidir bu mesnevînin konusu. Elbette, eseri ilginç kılan bu konusu değil, anlatılanların zenginliğidir. İşte biz o zenginliği, Prof. Dr. Gönül Alpay Tekin’in, 1992 senesinde, Harvard Üniversitesi’nin ‘The Department of Near Eastern Languages and Civilizations/Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü’nce neşredilen tenkitli metni ve incelemesi (critical edition and textual analysis) sayesinde öğreniyoruz.

Nedir Ahmed-i Dâî’nin amacı: “… bir yandan çeng ile kendi insan anlayışını dile getirirken, öte yandan bu insanın yalnızlığını, çaresizliğini, bu dünyaya fırlatılmışlığını, ayrıldığı eski yerine bir daha geri dönemeyeceğini bilmekten doğan hüznünü, insan yapısının sırrı olan sevgisini en iyi şekilde şairin dile getireceğini söylemek[tir]. Böylece çeng; bir yandan insanın genel olarak yapısını anlatırken, öte yandan bu insanı en iyi bir şekilde anlatacak olan şaire yaklaşır. …” (s.97) Bu yazımın konusu, eseri tanıtmak yahut incelemek olmadığı için, mesnevîyle alâkalı daha fazla bilgi vermeyip, eserin düşündürdüklerini yazacağım. Ondan önce, Gönül Tekin hocamızın bu çalışmasının, neden diğer mesnevî yayınlarından farklı ve bence önemli olduğuna kısaca temas etmeliyim.

Çengnâme’nin hikâyesi

 Gönül Tekin, eser üzerinde çalışmaya başladığı vakit; eserin, klasik mesnevînin bölümleriyle gittiğini görür doğal olarak. Yani; Allah’a övgü ve yakarı (münâcaat), Hz. Muhammed’e övgü (naat), eser hangi hükümdara yahut kudretli kişiye ithaf edildiyse ona övgü, kitabın yazılış gayesi (sebeb-i nazm-ı kitâb) gibi… Buraya kadar her şey normaldir; ta ki, hikâye başlayana kadar… Hikâye, bir bahar bayramında başlar. Bahçe gibi bir yerde, bir içki meclisidir (ayş u tarâb). Bu olabilir elbette de; olmaması gereken, eserin ithaf edildiği Emir Süleyman’ın, burada tekrar sahneye çıkmasıdır. Çünkü daha önceden, övgü kısmında ondan bahsedilmiştir; oysa “… Hikâye ile hiç bir ilgisi olmaksızın Emir Süleyman için söylenen tercî-i bend…” (s.97), Hoca’nın kafasını karıştırır. Bu, klasik mesnevî kalıbına uymayan bir şeydir. (Unutmayalım ki, divan edebiyatı bir kalıplar edebiyatıdır.) Hoca, katıldığı bir televizyon programında, “Ben bunu anlamadım ve anlamalıyım dedim. Eğer önünüzdeki metni anlamadıysanız, bunu geçiştiremezsiniz. Muhakkak çözmek zorundasınız,” demişti. İşte bu merak, Hoca’yı, Harvard Üniversitesi’nin o zengin kütüphanesinde harika yıllar geçirmesine vesile oldu ve ortaya, divan edebiyatının kökenlerini Sümer-Akad-Babil mitlerine bağlayan bir tez çıktı… 

Bu yazımda kitabı tanıtmayacağım dedim ama sözü uzattım. Şimdi, okuma notlarıma geçebilirim…

Metnin sesi (Çengnâme’yi

okurken)

Metnin okurla konuştuğunu, hatta ona yol gösterdiğini, kitapla yaşayanlar bilirler. ‘Zor’ gibi görüp de çekinerek yaklaştığımız eser, ‘kolay’, ‘bebek işi’ yanılsamasıyla elimize aldığımız ise, ot yolduran cinsten ‘zor’ olabilir. Bunu, metinle baş başa kaldığımızda görürüz.

Bundan birkaç yıl önce, Murat Bardakçı sayesinde tanıyıp hayran olduğum Prof. Dr. Gönül Alpay Tekin Hoca'nın muazzam şaheseri ‘Çengnâme’si de, bu ‘zor’ eserlerden. Fakat buradaki zorluk, sabırlı okura haz verecek cinsten: Okurken –ve anlamaya gayret ederken ki, okumak budur zaten!- öyle hayranlık verici bilgiler öğreniyor ve esasen hemen her gün gördüğümüz, inanç, âdet, gelenek diye yaşadığımız düşünce ve ritüellerimizin kökenlerini bir karış açık ağızla görüyorum ki… Bunun hazzını, ancak sorgulayarak öğrenmeye açık olanlar, zikrettiğim eseri okuyarak yaşayacak ve bana hak verecekler kanaatindeyim.

Tek gerçeğimiz:

Mitler

Mitoloji kadar heyecan veren bir olgu var mıdır acaba? Benim için yok. Mitler, hakikatlerdir esasen. Mircea Eliade, öyle diyor ‘Mit ve Gerçek’ makalesinde: “Mitin yaşaması demek, insan davranışlarına örnek olması, bu yüzden de yaşama anlam ve değer katması demektir.” (Yeni Dergi, Şubat 1975, sayı 125)

 Mitler, eski devirlerde insan davranışlarına örnek olmak şöyle dursun, o davranışları doğrudan belirlemişlerdir… Sümer’i örnek alalım: Bu medeniyetin inancına göre, gökyüzünde ne varsa, yeryüzünde de aynısı vardır (tam tersi de elbette). Mitler, doğayı anlama/anlamlandırma, varoluşu çözme ihtiyacından hâsıl olduklarına göre, bunun böyle olması da gayet tabiidir. Yeryüzünde ve daha sonradan (gökyüzü gözlemlerinin görece daha geliştiği MÖ 2500’lerde) gökyüzünde bir dünya kurmuş Sümer: Onlarca, belki yüzlerce tanrı/tanrıça (öncesinde tabiat güçleri) cirit atıyor. Bugün bilim sayesinde bildiğimiz hakikatler, o zamanlarda bilinemeyeceğine göre, bu ihtiyacı böyle tatmin etmek gayet anlaşılır bir şey. –Ve bizler için ne iyi: Harika bir malzeme, birikim var elimizde/belleğimizde…

Ne demiştik: Gökte ne varsa, yerde de aynısı vardır. Diyelim Güneş Tanrısı tasavvur etmişler gökte. Ona bir dolu macera yüklemiş; yani tahkiye etmişler. Bir de mekân vermişler (tahkiyenin olmazsa olmazı). Bu tanrının bir kapısı olsun; kıymetli taşlarla süslü bir kapı. Hani dedim ya, mitler doğrudan hayatı belirliyorlar diye: Şehirde büyük bir kapı mı yapıldı; bu kapı, Güneş Tanrısı’nın o görkemli kapısının aynısı olacaktır elbette!

Şimdi böyle bir konu nasıl olur da insanların merakını çekmez! Hele hele, edebiyatla (bilhassa divan edebiyatıyla) uğraşanların… Esasen buna şaşırmaya gerek de yok: Mitolojiyi bilenler, azıcık çevrelerini gözlemleseler, kadim hikâyelerin (efsanelerin) hâlâ sürdüğünü göreceklerdir: Dinler yahut dinlere rağmen dinin içine girmiş unsurlar, âdetler, görenekler, batıl inançlar, vs… bu saydıklarımın içindeki yüzlerce inanç ve eylem biçimleri, mitlerin o derin/kültürel hafızaya bıraktığı izlerdir…

Mitoloji demişken…

Şunda anlaşalım: Benim derdim dinlerle değil. İnanan inanır, inanmayan inanmaz; bu kadar basit… Şunun için söylüyorum: Dinlerin kaynağının Mezopotamya mitleri olduğunu söyleyen âlimler var. Ben de aynı kanaatteyim. Bunu kabul eden müminler/dindarlar da var şüphesiz; fakat şu yorumu ekleyerek: Elbette öyle olacak; İlâhî Mesaj/Vahiy birdir ve her topluma gönderilmiştir!

Dediğim gibi; -öyledir yahut böyledir, benim derdim değil. İşin, edebiyata taallûk eden kısmındayım ben. (Elbette, edebiyata da tesir ettiği için halk inancına da [folk religion] kayıtsız değilim.)

Ne diyor Gönül Tekin: “İster Yunan mitolojisinde olsun, ister Latin mitolojisinde; bundan sonra göreceğimiz, ‘kahraman ve kahramanın bir canavarla/yılanla savaşı ve ona karşı kazandığı zafer’; ilk kaynak olan, ‘Marduk’un Tiamat’a karşı kazandığı zafer’in tekrarından başka bir şey değildir.” (https://www.youtube.com/watch?v=qtC0Oknd_Ac)

İşte beni ilgilendiren hususlar, bunlardır.

Mitoloji, daima

Doğan Hızlan’ın çok sevdiğim 'Edebiyat Daima' kitabına gönderme yaparak attım başlığı.

‘Çengnâme’yi okurken, Gönül Tekin’in, o tezinde yazdıklarının küçük bir özeti olan televizyon programını da seyrediyorum arada. Teke Tek Özel programının o kaydı, internette bulunabilir. Elbette daha önce de defalarca izlemiştim; fakat mitoloji sahasındaki okumalarımı artırdıkça, anlatılanları daha iyi idrak ediyorum.

Musa’nın asasının esasen gökyüzünde olması meselâ… Asa, Tanrı’nın gücünün sembolüdür. Tabii olarak, ağaç da öyle. Bu sebepten ağaç kültü çok kadim ve günceldir… Musa’nın her daim yeşil olan asası (ki; hayat/canlılığa alâmettir bu; tıpkı, tanrı Temmuz/Dumuzi’nin versiyonu olan Hızır gibi…), Tanrı’nın gücünün sembolüdür misal.

Yahut Sinay (Sîna) Dağı’ndan indiği vakit, kavminin, altından bir buzağı yaptığını görüp kızması… O altın buzağı, gökyüzündeki Boğa burcudur Gönül Hoca’nın yorumuna göre. Musa’nın zamanında, Güneş, Koç burcuna girmiştir artık. Zaten Musa da “Onun devri geçti artık!” diye kızar kavmine. Hani yukarıda demiştim ya; eski insanın kafasında, gökyüzü belirliyor her şeyi; çünkü büyük ve farklı olarak orayı görüyor. Dolayısıyla, önem atfettikleri ve hayatlarına yön verdikleri yer de orası. Keza İsa’nın devri de Balık Çağı’dır meselâ. Güneş, 2150 yıllık döngüsünü tamamlamış; Koç’tan Balık’a geçmiştir. Tıpkı öncesinde, Boğa’dan Koç’a geçmesi, yani Koç Çağı’nın başlamış olması gibi. Hıristiyanlığın/İsa’nın sembolü bu yüzden balıktır.

Mitoloji, her okuduğumuzda ufkumuzu genişletiyor. Onun için; mitoloji, daima…

(Bu konuya, edebiyattaki yansımalarına da girerek, uzunca bir süre devam edeceğim.)