Sürükleyici, sert bir polisiye

Fidyeyi aldıktan sonra kurbanlarını öldüren iki sapığın peşine düşen dedektifin öyküsü ‘Kanunun Ötesinde’de Liam Neeson çok başarılı

Sanat
26 Kasım 2014 Çarşamba

Lawrence Block’ın 22 yıl önce yazdığı romanı sinemaya taşıyan senaryo yazarı-yönetmen Scott Frank, gerçekçi ve gerilimli bir atmosfer içinde, ilgiyi baştan sona ayakta tutmayı beceriyor. Senaryoda iyi çizilmiş, derinlikli karakterler, iyi yönetilmiş oyuncular, akıcı bir sinema dili ve şüphesiz filmin en önemli kozu olan Liam Neeson’un varlığı ile ‘Kanunun Ötesinde’ izlenmeyi hak ediyor. Film, acımasız kapitalist sistemin günümüz toplumsal hayatındaki yıkıcı etkilerinin altını çizerken,

Amerikan rüyasının bir yalandan ibaret olduğunu gösteriyor

Başarılı bir senarist olarak Hollwood’da haklı bir şöhretin sahibi olan Scott Frank’ın yönettiği ikinci uzun metrajlı filmi ‘Kanunun Ötesinde/A Walk Amongst the Tombstones’ sürükleyici, sert, gizemli; sıkı bir polisiye. Romanları beyaz perdeye aktarılan Elmore Leonard, Dashiell Hammett ve Raymond Chandler kadar ünlü olmasa da, Lawrence Block polisiye edebiyatının prestijli bir ismi. Yarattığı iki önemli tiplemeden biri olan Mathew Scudder alkol bağımlılığıyla mücadele eden bir dedektif.

Hal Ashby, 1986’da Block’ın ünlü kahramanını ‘8 Million Ways to Die’da beyaz perdeye aktarmış, başrolü Jeff Bridges’e emanet etmişti. 28 yıl sonraki ‘Kanunun Ötesinde’ ile Block’un kahramanı Matt Schudder’ı Liam Neeson canlandırıyor. 62 yaşındaki bir aktörden beklenmedik bir canlılıkla müthiş bir performans çıkaran Neeson, filmi baştan sona sürüklüyor. 1992 tarihli romandan alınan filmi senarist Scott Frank, gerçekçi ve gerilimli bir atmosfer eşliğinde, ilgiyi baştan sona ayakta tutan bir beceriyle senaryolaştırmış.

Yan karakterleri de çok iyi işleyen bu oldukça sağlam senaryo, yönetmen Frank’ın işini kolaylaştırmış. İyi çizilmiş, derinlikli karakterler, iyi yönetilmiş oyuncular, akıcı bir sinema dili ve şüphesiz filmin en önemli kozu olan Liam Neeson’un varlığı, ‘Kanunun Ötesinde’yi birinci sınıf polisiye yapıyor. New York gibi büyük bir kentte barınabilen değişik ırktan çeteler, alkol bağımlılarının günah çıkarmalı tedavi seansları, hayattan beklentileri kalmamış kayıp ruhlar, insanlık dramları, inandırıcı karakterler olarak filmin senaryosuna yansımış.

Film, acımasız kapitalist sistemin günümüz toplumsal hayatındaki yıkıcı etkilerinin altını çizerken, Amerikan rüyasının bir yalandan ibaret olduğunu gösteriyor. Gizemini finale kadar taşıyan öyküsüyle, yaşadığımız karanlık dünyada yalnızlıkları içinde bunalanları hatırlatmasıyla, genel atmosferiyle ‘Kanunun Ötesinde’ izlenmeyi hak eden bir polisiye.

1991 yılında başlayan öyküsüyle film, içki içmekte olduğu barın soyulması ve barmenin öldürülmesiyle, polis Matt Seuderr’in (Liam Neeson) katilleri kovalayıp teker teker öldürmesiyle başlıyor.

İkinci sekansta, sekiz yıllık bir atlama yapan film, polislikten ayrılmış Matt’ı alkol tutkusundan sıyrılmak için toplu bir tedavi grubuna girdiğini görüyoruz. Gelişen olaylarda Matt’ın katillere sıktığı kurşunlardan birinin bir kız çocuğuna isabet ettiği için polisliği bıraktığını, özel dedektifliğe başladığını öğreniyoruz.

KAPİTALİST SİSTEMİN KURBANLARI

Peşine takılan genç bir adam, Matt’ı tanınmış uyuşturucu taciri olan ağabeyi Kenny’ye götürür. Kenny istenilen fidyeyi ödemesine rağmen kaçırılıp öldürülen karısının intikamı peşindedir. Olaya dâhil olmaya sıcak bakmayan Matt, failleri, kadınları öldüren bir çetenin varlığını öğrenir.

Kaçırılan gencecik bir Rus kızının olayı ile çeteye ulaşacağının hesabıyla Rus babayla anlaşır. Çocuk yaşta sokaklarda büyümeye başlayan, suç dünyasına meraklı bir siyahî yeni yetme olan TJ dedektifimizin sadık yardımcısı olacaktır. Yalnız yaşamayı seven, hayatı paylaşacağı bir kadını olmayan, insanlara güvenmeyen Matt, TJ sayesinde iyi huylu bir bireyi topluma kazandırmanın önemini kavrar. Ve bunu gerçekleştirmek için var gücüyle çalışır.

Bu anti-kahraman tiplemesinde İrlandalı aktör Liam Neeson, suratından eksilmeyen bir hüzün maskesiyle, baştan sona sürüklediği filmde, yalnızlığını, güvensizliğini, taşıdığı suçluluk duygusunu görkemli bir performansla yansıtıyor.

Sapık ruhlu, paranoyak, sadist, şeytani bir zekâya sahip filmin fidyeci iki kötü adamında, David Harbour ve Adam David Thompson izleyicinin tüylerini diken diken eden bir oyun çıkartıyorlar. Matt’ın yardımcısı siyahî çocukta Brian Astro Bradley zaman zaman ağabeylerinden rol çalmayı bile deniyor.

Senaristlikten gelme, filmin 54 yaşındaki yönetmeni Scott Frank’ı, ‘Azınlık Raporu/Minority Report’(2002-Steven Spielberg), ‘Out of Sight’(1998-Steven Soderberg), ‘Little Man Tate’ (1991-Jody Foster) ve ‘Wolverine’(2013) gibi iz bırakan filmlerin senaryo yazarı olarak tanıyoruz. İlk yönetmenlik denemesini 2007’de ‘Gözcü/The Lookout’ ile yaptı.

‘A WALK AMONGST THE TOMBSTONES’

Yön ve Sen: Scott Frank, Gör: Mihai Malaimare Jr., Müzik: Carlos Rafael Riviera, Oyuncular: Liam Neeson-Brian Astro Bradley-Dan Stevens-Olafur Dari Olaffson-Maurice Compte-Patrick Mc Dade-Adam David Thompson-David Harbour

PARÇALANMIŞ AİLENİN DRAMI

Erden Kıral ‘GECE’de çok şey vaat ediyor, ama beklentilerin çok azını karşılıyor. Hasan Özkılıç’ın vasat denilebilecek ‘Zahit’ adlı romanından, Feza Çaldıran tarafından senaryolaştırılan film, birbirine paralel gelişen iki öykü anlatıyor. Birincisinde Doğu’dan İzmir’e göç etmek zorunda kalan iki erkek, iki kız kardeş ve bir anneden oluşan bir Kürt ailesi var. İkincisinde terörden, polis işkencesinden, açlık grevinden bahseden, karanlık ve altı doldurulmamış gizemli bir öykü var.

Karamsar bir atmosfer eşliğinde, mutsuz, dertli, bahtsız, çıkışsızlık içinde kıvranan küçük insanların yüreğe dokunan hikâyesini, ,izliyoruz. Film bu yönüyle ‘Gece’den çok daha başarılı olan, yönetmenin ‘Vicdan’ını(2008) ve Zeki Demirkubuz’un ‘Masumiyet’ini andırıyor.

Alt sınıftan etkileyici bir insan portreleri resmi geçidi gibi başlayan film, İzmir’de hayata tutunma savaşı veren bir Kürt ailesinin bireylerini tanıtmakla başlayıp, birdenbire bambaşka bir kulvara geçip bir örgüt hikâyesine kayıyor. Altı doldurulmamış, kahramanlarının hangi motivasyon ile davrandıkları boşlukta bırakılmış, kopuk kopuk sekanslarla anlatılmış bir siyasi hikaye, filmde yama gibi duruyor. Keşke çok şey anlatmanın, bol mesaj vermenin peşinde koşacağı yerde, Erdem Kıral ilk öyküdeki melodramla yetinseymiş.

Bir oğlu ve bir kızı yuvadan koptuğu için mutsuzluk içinde yüzen fedakâr bir anne(Nur Sürer), ailesi tarafından dışlandığı için yuvadan kopup konsomatrislik yapan bir kız(Nurgül Yeşilçay), nereye koşacağını kestiremeyen, melek yüzlü bir kızkardeş (Vildan Atasever), kunduracıda çalışan temiz yüzlü, emekçi bir ağabey(Hakkı Yufkacıgil), bir örgüt hesabına çalıştığı için izini kaybettiren, evin büyük erkeği (Teoman Kumbaracıbaşı), karısını satan bir pavyon fedaisi (Mert Fırat), yanında alıştırdığı konsomatrisleri yatağına atan, gangster kılıklı bir pavyon sahibi (İlyas Salman), pavyonun şişman emekçisi bir konsomatris (Ayça Damgacı) ve şair lakaplı pavyonun bir müdavimi (Hakan Karahan).

Bol karakterli, sağlam olay örgülü bir film izleyeceğimizi beklerken, siyasi alana balıklama dalan, inandırıcılığını yitiren, altı boş bırakılan karakterlerle, akıldaki sorulara cevap vermeden biten bir film.

Özetle ‘Gece’ iyi başlayan, havada kalan yan hikâyesi ile dağılan, elindeki malzemenin hakkını veremeyen, parçalanan bir film. Alt sınıftan başarılı insan portreleri ile açılan film, evliliğinde aradığını bulamamış, ailesi dağılmış bir konsomatrisin, çalıştığı Sürtük adlı pavyonda fedailik yapan kocası ve kendisinde gözü olan sinsi patronuyla ilişkilerini anlatmakla başlıyor. Firardaki ağabeyin İzmir’e gelişi, kunduracıda çalışan kardeşin örgüt mensubu olmasını öğrenmemiz, belalı ilişkiler yumağı, hikâyedeki işlevi belirsiz bırakılmış kahramanların varlığı ‘Gece’yi başarıyı yakalayamamış bir film yapıyor.

Oyunculara gelince, yükün çoğunu omuzlarında taşıyan Nurgül Yeşilçay kaderin sillesini yemiş, evliliğinde aradığını bulamamış konsomatris Süsen rolünün hakkını veriyor. Zayıf karakterli, bıçkın, arızalı bar fedaisi, kötü koca Yusuf rolünde Mert Fırat, dertli ve mutsuz annede Nur Sürer, şişman konsomatriste doğallığıyla öne çıkan Ayça Damgacı, başarılı portreler çiziyorlar. Ölüm orucuyla fiziksel değişim gerektiren zor bir rolde Hakan Yufkacıgil çok inandırıcı. Ancak oyuncu kadrosunun en başarılısı, aileden kopmamış, kardeşlerin en küçüğü ve en duygusalı olan kız kardeş rolündeki Vildan Atasever.