Bir mektup yazdım Zelda’ya

Köşe Yazısı 0 yorum
3 Eylül 2014 Çarşamba

David OJALVO

 

Sevgili Zelda,

Mektupların artık nadiren yazıldığı bir zamandan yazıyorum sana. Teknoloji öylesine yenilikler kattı ki günümüze, haberleşmek için çoktandır mektuplara gerek yok. Pratik düşündüğümüzde, iletişim kolay. Oysa kalplerimizi dinlemek, algılarımızı tartmak, hislerimizi açmak açısından geçtiğimiz dönem zorlu. Yozlaşan toplumsal düzenden, maddiyatın baskınlığından söz açmak istemiyorum. Mektup yazmanın özüne dönüyorum. Ruhumdaki karmaşa kulağımda uğulduyor, kalp atışlarımda tedirginliği seçebiliyorum. Dimdik ayakta durmak zorunda hissettiğimiz dış dünyanın karmaşasına karşılık, içimde sakladığım ve güneşi özleyen ‘ben’i teselli ediyorum…

Geçtiğimiz sonbahardan beri martıların kalplerindeki güvercin tedirginliği ruhumda… Sevgi sözcüklerini ifade etmekte duraksadığımız, sıcak ve samimi paylaşımların çoraklaşmaya yüz tuttuğu bugünde, yaşamın katı gerçekleri beni ürkütüyor. Gündelik yaşamın elde avuçta kalan renkleriyle aramıza mesafe koyan hastalıklar da bu gerçeklerin başında geliyor. İçimizi sıkmak, tatsız konularla bizi yormak değil niyetim; özellikle de sen söz konusuyken. Hatta bir yanım, yaşamı o büyük, lezzetli, meyveli, kremalı pasta gibi görme tutkusundan vazgeçmiyor. Sezen Aksu’nun şarkı sözü gibi… “Her yeni güne iştahla uyanmak”, keyifle perdeleri aralamak, kahvaltının, çayın/kahvenin tadına varmak, iyi giyinmek, sokakları fethetmek, çevremize ışıltı ve neşe saçmak, neredeysen en iyisi olmaya çalışmak… Kısacası güne ve güneşe aşkla sarılan o büyülü enerjiden söz ediyorum. Alaaddin’in hikâyesindeki gibi, sihirli lambadan o cin çıksa, dileyeceğim bu enerjinin ta kendisi olurdu. Gelgelelim o enerjinin izlerini sende görür ve izlerdim. Tutkuları ve mütevazılığı ruhunda harmanladığını hissederdim. Bunu giyiminde, duruşunda, sesinde fark ederdim. Uzaktan baktığımda beyazperdeden çıkagelen bir kahraman gibi resmetmiştim seni zihnimde. Yakından baktığımda karşındakini ilgiyle dinlemeye hazır bir dost görürdüm sende. Nişantaşı’na, Şalom’a sıcaklık verirdin. Üst kattaki küçük odanda sohbet etmeyi severdim senle.

İstanbul’dan 2009 yılında ayrılmadan önceki döneme dair detayları hafızamda toparlamaya çalışıyorum. Havadan sudan da konuşurduk belki veya Yaşam sayfası için planladığın söyleşi tarzı reklamlardan bahsederdik… Fakülte günlerinden, neler yaptığımdan söz açardık… Yıllar detayları silse de, güzel anıları ruhumuza çağırdığımızda içimizde bir hoşluk beliriyor, geçmiş güzelleşiyor. Bu noktada yaşamın katı gerçekleriyle sınanmamız bana dokunuyor. Duygularımı ayıklamam zor. Konuşacak ve paylaşacaklar aslında ne çok; buna karşılık bizden beklenen ve seçtiğimiz öncelikler, zamanı nasıl da kısıtlayıp, daraltıyor. Şehrin ortasında “hızlı yaşıyoruz” derken; zaman nehrinde gelip geçen değerlere olta atıp büyük balığı mı yakalamaya çalışıyoruz? Bir yanım ‘yavaş yaşamayı’ ne de çok istiyor hâlâ… Sabırla, enerjiyle, severek ve sevilerek… Olmuyor; fedakârlık kaçınılmaz. Başarabildiğimiz ve kendimize karşı dürüst kalabildiğimiz ölçüde seçimlerimizi, fedakârlıklarla bağdaştıracağız, değil mi?

Sevgili Zelda,

Önümüz sonbahar. Yaprakların sararıp dökülme, havaların soğuma vakti. Şimdi senin gözlerinden bakmaya gayret ediyorum değişen mevsime. Vitrinlerdeki yeni sezondan, okulların açılmasından, şehrin canlanmasından, tiyatroların perde aralamasından, ekimdeki film günlerinden, sergilerden, sıcak kahvelerden, derin sohbetlerden yanayım. Toplumsallık ve toplumsal değerler uzun bir süre daha askıda kalacak gibi; oysa kendimize borçlu olduğumuz bir hayatın varlığına eskisinden çok daha fazla inanıyorum. Üzüntüleri, yaşamın renklerine bağlı kalarak avutacağız. O güzel enerjinin bendeki yansımasını saklayacağım Zelda. Gündüz güneşle, gece orada durduğunu bildiğim bütün yıldızlarla… 

1 Yorum