Direniş

Dalia MAYA Köşe Yazısı
5 Mart 2014 Çarşamba

Her birimizi ayrı ayrı ellemek istiyor bizi görenler. Pürüzsüzlüğümüzü, akışkanlığımızı ya da kimi zaman pürüzlü bedenimizdeki yaşanmışlığı. Dikkatsiz ellerin etkisinde kırılacak kadar hassas bile olsak, bir o kadar da sert ve güçlüyüz. Kırıldığımızda acıtır canınızı, yaralayabiliriz sizi. Şeffaflığımız, ya da, şırıl şırıl rengimiz ışığı yansıtır. Bazan içimize alırız sıvıları siz onları toplamak istediğinizde. Bazan da akıp gidişini seyredersiniz üzerimizden. İstediğiniz her şekle geliriz. Varlığımızın bir döneminde kum, bir döneminde akışkan bir hamur, şimdiki halimizde ise esnekliği olmayan bir cam. Tezat kabul edilen tüm bu özellikleri içimizde sakladığımız için mükemmel görünürüz sevgi ile bakan göze. Düşünmez çoğu zaman insan ne cehennem ateşlerinden geçtiğimizi. Oysa usta ellerin desteğinde, sıklıkla ateşte -hiç direnmeden- yoğruldukça erdik biz mükemmelliğe. Direnen kırıldı gitti. Direnişi bırakan ateşte eridi, eridikçe değişti, dönüştü. Ateş sönüp ortalık sakinlediğinde binlerce kum tanesi tek bir muhteşem kap, heykel, vazo ya da işlevselliği ve alışılmış  cam algısını geride bırakıp sanatçının sorguladığı ya da hayalinde canlandırdığı ne varsa, onun somutlaşmış şekli olan biz cam sanat eserlerine dönüşmüştü; önce yaratanın hayran olduğu, sonra da her bakanın... 

Direnişin, direnç göstermenin anlamsızlığını hatırlattı böylelikle Pera Müzesi’ndeki Aurora, Kuzey Ülkelerinden Çağdaş Cam Sanatı sergisi bana bu hafta. Basın bülteninde belirtildiği gibi “Yüzeyin her zaman ‘temiz’ ve ‘çekici’ olması beklenen, saf cam kütlesinin bir norm olarak sunulduğu, şeffaflık ve açıklığı öne çıkaran tarihsel Kuzey geleneği ele alınıyor. Yapıtlar, farklı malzemeler arasında olması beklenen sınırlara dair tarihsel normlarımızı zorluyor, yıkıyor ve yapı bozuma uğratıyor, bunları önemsiz kılıyor. Şeffaflık yer yer yerini opaklığa bırakıyor”.

Cam sanatı da camın oluşumundaki gibi, mevcutta kısıtlı kalıp yeniye direnmek yerine sanatçıların yaşamlarında yerini bulan değişim rüzgârlarının akışına uyum sağlıyor.

İçinde yaşadığımız dönemin gözde terimlerinden biri direniş.

Hep bir şeylere direnmeyi öğrenmişiz küçük yaşlarımızdan beri. Anne babalarımız yapmak istediklerimize izin vermediğinde direnmeyi seçmişiz. Surat asmayı seçmişiz mesela direnmek adına ya da önümüze konan yemeği yememeyi. Her birimiz kendi ufak direnişlerini yaratmıştır. Çok kısa bir düşünseniz, kim bilir ne direnişler bulacaksınız kendi yaşamlarınızda. Okulda öğretmenlerimize direnmişiz, içeriğini sevmedik diye, okumamışız ödev olarak verilen kitabı. Dersi dinlemek yerine oyun oynamış, hayaller kurmuşuz. Hak ve özgürlüklerimizi korumak için direnmenin gerekli olduğuna kanaat getirmişiz. Yaşamda istediklerimize sahip çıkmanın, ya da elde etmenin yolunun direnişten geçtiğini düşünmüşüz. Direndikçe karşımızdaki bizi kırmak ve istediğini yaptırmak için daha güçlü gelmiş üzerimize. Yasaklar, cezalar koymuş sırf bizleri kendi ‘doğru’ çizgisine oturtabilmek için. Büyüdükçe, güç dengeleri değiştikçe, bir taraftan kendi direnişlerimiz artarken yaşama, aslında direnişimizin öbür ucunda yaşayanların da bir direniş içinde olduğunu fark etmeye başlamışız. Bir tahterevalli düşünün. Bir ucunda siz, diğer ucunda direndiğiniz. Siz ne kadar güç kullanırsanız, diğer uçtaki de o kadar güç kullanacak. Ta ki, bir taraf güçsüz kalıp, direnci kırılana dek... Ama kırılan, kolay kolay tamir olmuyor hayatta. İşler bozuluyor, kalpler kırılıyor, sevgililer gidiyor. Geride kalan, damakta acı bir tat, yürekte bir ağırlık, belki ruhta kocaman bir boşluk. Tabii, bir de direniş. Direnişe devam! Bu sefer, kendini içinde bulduğu yeni duruma direniyor insan, belki de eski haline geri dönebilmek umuduyla. Zira beynimizin alıştığı sistemi, bazan içinde acı ve mutsuzluk hatta kimi zaman çözümsüzlük bile barındırsa, yeniliğin sürprizli risklerine tercih ediyor insan.

Bir yıldır, özel bir koç eşliğinde spor yapıyorum haftada üç gün. Bir saatlik yoğun çalışmanın sonunda, esneme egzersizleri yapıyoruz. Derin bir nefes. Esnedikçe esnetiyor bacağımı sevgili koçum Merve. Mesela yerde oturmuş, bacaklar açık uzanıyorum öne doğru, Merve’nin elleri belime destek. Gün oluyor -zihnime kim bilir neden düşmüşse o düşünce- direnç gösteriyorum: “kaslarım yırtılacak, liflerim kopacak!” Ve esneme duruyor orada. Başka günler, hiç düşünmeden esniyorum, esnedikçe uzuyor, uzadıkça uzanıyorum daha ileri. Direncin sıfırlandığı an, sınırların da ortadan kalktığı an oluyor. Zira sınır, hep kendi sınırım! Kendi zihnimin, kendi ruhumu hapsettiği sınır! Direniş; ruhumun özgür kalması, zihnimin istemediği yerde başlıyor. Sınırların kalktığı yerde ben yok, sen yok, öteki yok çünkü. Zihin ‘ben’ olmayı önemserken, ruh ‘bir’liği arıyor. Bir spor dersi sırasında, bir esneme hareketinde ya da bir cam sergisini gezerken dünyayı anlıyorum: Direnmeye son verip esnedikçe, değişime uyum içinde aktıkça başarıya ulaşılıyormuş. Direniş dediğimiz ise meğer ‘ben’in ‘bir’e savaşı imiş.