Bitmeyen hasret

(...) "Sessizliği ve sessiz kalmayı seviyoruz diye, yaşamımız boyunca, bu son derece kaba, vurdumduymaz, anlayışsız insan gürûhuna kulaklarımızı tıkamamamız gerektiğini düşünmeye başladım. Eğer haklı olduğumuza inanıyorsak, -tabii ki kurallar çerçevesinde- karşılarında dimdik durup, savaşmamız gerektiğini düşünmeye başladım." (...)

Rafael ALGRANATİ Köşe Yazısı
31 Ekim 2013 Perşembe

Bayram tatilinde bir derneğimizin düzenlediği Arjantin-Brezilya seyahatine katıldım. Mükemmeldi! Kalabalığa ve yoğun programa rağmen düzenleyenlerin çabaları ve her noktada yapılan ön hazırlıklarla 106 kişilik grupta en küçük bir aksamaya dahi yer verilmedi. Üç otobüs dolusu güzel insanın, kendilerine iletilen programa tek bir beden gibi uyum sağlamaları görülmeye değerdi. Pekişen kardeşlikler, oluşan yeni dostluklar, sıcacık sohbetler, kahkahalar! Hasret kalmıştık! Yine de yetmedi, doyamadık! Düzenleyenlere sonsuz teşekkürler!

***

13 Ekim Pazar akşamı, Uluslararası bir Yahudi kuruluşu olan Buenos Aires’teki CIDICSEF, Türkiye’den gelen grubumuz onuruna bir resepsiyon düzenledi. Türkçe davetiyelerin haftalarca önceden basıldığı ve büyük hazırlıkların yapıldığı geceye bizim grubun dışında, Buenos Aires’de yaşayan tüm Türkiye kökenliler davet edilmişti. Eşim ve ben grubumuzdaki tek İzmirli çifttik. O kalabalıkta onlarca İzmirli bizimle konuşmak istiyordu. Her birine elimizden gelen ilgiyi göstererek sorularını cevaplandırmaya, tanıyabildiğimiz İzmir’deki ailelerinden bilgi aktarmaya çalıştık.

Biliyor musunuz? Hepsinin sözlerinden aynı şey taşıyor, gözlerinden aynı şey okunuyordu! Hasret! Doğdukları, büyüdükleri ya da anne-babalarının doğup büyüdüğü ve geceler boyunca ballandıra ballandıra anlattıkları topraklara olan dinmeyen, bitmeyen hasretleri!

***

Latin Amerika kıtasına kadar gitmişken gezimizin dördüncü gününde 1995 yılında UNESCO tarafından kültür mirası listesine dâhil edilen Uruguay’ın en eski şehri olan ‘Colognia’ya da götürdüler. Feribottan inip bizi bekleyen otobüslere bindiğimizde, her zaman olduğu gibi otobüsümüzün yerel rehberi mikrofonu alıp bizlere Uruguay’ı tanıtmaya başladı. Tanıtımının bir yerinde oldukça dikkatimizi çeken bir cümle kullandı: “Uruguay hükümeti dinsizdir!”  Koltuklarımızda doğrulduk. Rehbere “Nasıl yani? Ne demek dinsiz?” diye sorduk. 1982 yılında meclis, Uruguay devletinin “yalnızca laik değil” aynı zamanda “dinsiz” bir devlet olduğunu karar altına almış. Din ile devlet işlerini çok radikal ve keskin bir şekilde birbirinde ayırmış. Devletin hiçbir kademe ve kurumunda din işleri ile ilgilenilmiyor, konuşulmuyor, konu bile edilmiyor! “Din” ve akla gelebilecek her türlü gerekleri devleti hiçbir şekilde ilgilendirmiyor!

Nedense torunum ve gireceği lise sınavları geliverdi aklıma!

Hazırlanmak için gittiği dershanede üç sınıf birden gerilemiş. Sebebi yapılan sınavda Yahudi olduğu için muaf olduğu din dersi sorularını cevaplamaması. Dershanedeki değerlendirme sistemi bu yeni uygulamaya uyum sağlayamadığı için din sorularına cevap verenler öne geçmiş. Hatalarını fark edince sınav kâğıtlarını tekrar değerlendirmeye alacaklarını söylemişler.

Yine de nasıl olacağını pek anlamış değilim. Sınavda örneğin 100 soru soruldu ve torunum 100 arkadaşı ise 99 soruya tam ve doğru olarak cevap verdi ise, 100’ün dışında kalan 10 din sorusuna da tam ve doğru cevap veren canciğer arkadaşı torunumu geçmiş mi olacak? Geçecekse, torunumun suçu ne? Geçmeyecekse 110 üzerinden 109 soruya cevap veren arkadaşının suçu ne? 

***

Yine otobüste, bir sürü gencin toplanarak düzenledikleri bir mitingin yapıldığı bir meydanın yanından geçtik. Her tarafta afişler, atılan sloganlar, alkışlayanlar, mikrofonlardan bangır bangır bağırarak dertlerini anlatanlar vardı. Alışkanlığımızdan olsa gerek, gözümüz panzerleri, TOMA’ları, en azından önlem almak için bir kenarda bekleyen polisleri aradı. Hiç biri yoktu. “Polis önlem almaz mı?” diye sorduk rehberimize. “Hayır” dedi. “Mitingler, protestolar, yürüyüşler halkın en temel demokratik haklarıdır.”  Buruk bir takdir duygusu kapladı içimizi!

Bu da dinmeyen bir hasretimiz değil mi? 

***

Bugünlerde kişisel ilişkilerimizde bile aklıselime hasretiz! Söylenecek ve yapılacak çok şey olmasına rağmen çevremizde yenemedikleri egoları ile kendilerini dev aynasında görüp, sessizliği bir acizlik, bir zayıflık olarak değerlendirme gafletinde bulunanlarımız var!

Üstat Ali Rıza Saysen, bugün facebook sayfamda da paylaştığım “Boş teneke çok ses çıkarır” başlıklı yazısının bir bölümünde şöyle yazmış:

Sessizlik; kendinizi dinleme ânıdır... Kendinizle baş başa kalma zamanıdır. Tek duyduğunuz ses, sessizliğin sesi; bir de kendi sesiniz… En azından kırıcı değil. Ve o anda her şey özgür.

Buraya kadar her şey iyi. Ama etrafımızda kötülük kol gezmeye devam ediyorsa? Gösterdiğiniz iyi niyeti istismar edenler, sabrınızı taşırmaya başlamışlarsa? Doğruları her zaman tenzih ederim ama mahallemizde, çevremizde, ülkemizde, dünyamızda kötülüğü, yalakalığı meslek hâline getirip, kurumsallaştıranlar var ise…

Etrafımızda bu tür insanlar bol miktarda mevcut iken sessizliği sevmeye devam etmeli miyiz; sessiz kalmalı mıyız… Yoksa aksini mi yapmalıyız? Dünyada kötülükler başını almış giderken, iyilerle kötüler sürekli mücadele ederken, kötüler bağıra çağıra etraflarına zarar vermeye devam ederken, bu sessizliğin bozulması gerektiği kanaatini taşımaya başladım.

Sessizliği ve sessiz kalmayı seviyoruz diye, yaşamımız boyunca, bu son derece kaba, vurdumduymaz, anlayışsız insan gürûhuna kulaklarımızı tıkamamamız gerektiğini düşünmeye başladım. Eğer haklı olduğumuza inanıyorsak, -tabii ki kurallar çerçevesinde- karşılarında dimdik durup, savaşmamız gerektiğini düşünmeye başladım.

Geç kaldığımı söyleyenleriniz olabilir. “Bırak eskisi gibi yaşamana devam et” diyenleriniz çıkabilir. Bir düşünür: “Sessizlik, tüm seslerin seni aramaya gidişidir.” demiş. Doğrudur. Sessizliğin hâkim olduğu anlarda harfler duracakları yerleri şaşırırlar. Bazen üç-beş sessiz harf yan yana gelir… Fakat kendi başlarına bir ses çıkaramadıklarını görünce, meramlarını anlatacak bir sesli harf aramaya çıkarlar. İşte o sırada, sesli harfi arama çabasındaki sessiz harflerin, geçici de olsa sessiz kalmalarından yararlanıp, sesini daha yüksekten çıkaran bazı insanlar… statüsü ve yaptıkları iş ne olursa olsun -kendilerini haklı çıkarmak- için sivri dilleriyle, hem de bağıra çağıra ve küstahça konuşmaya başlamış… ve böylece etraflarındaki yalakaların, goygoycuların verdikleri gaz! ile, geçici de olsa “bütün kaleleri zaptetmiş”, etrafa hâkim olmuşlardır. Ama nereye kadar?

Meydanın boş olduğunu sanıp kendilerini Abdurrahman Çelebi sanan bu tipler hakkında düşünürün ilginç bir tespiti var:

Siz hiç bir sarrafın bağırdığını duydunuz mu?

Kıymetli malı olanlar bağırmaz.

Bahçıvan, simitçi (biz İzmirliler gevrek diyoruz) malını satmak için bağırır…

Ama kuyumcu bağırmaz.

Eskici bağırır, ama antikacı bağırmaz.

Çünkü insan bağırırken düşünemez.

Düşünemeyenler ise hep kendi kendisiyle (ve etrafıyla) kavga içindedir.

Evet, bu tespitin sahibi, son yıllarda yeniden popüler olan Necip Fazıl Kısakürek.

Sevgili dostlar, kendisini daima haklı ve bulunmaz Hint kumaşı gibi görüp, durmadan bağıra çağıra konuşan insanlar için kullanılan bir deyim var: “BOŞ TENEKE ÇOK SES ÇIKARIR…” 

Ali Rıza Saysen’in kalemine sağlık!

Hasretlerimizin dinmesi dileklerimle!