Sabrina Fresko ile Sanat– Yaşam – Gezi Parkı- Şifa – Denge – Sonsuzluk üzerine

Sabrina Fresko’nun son sergisi, ç-akıllı heykeller, hem çakıl hem akıl bir arada, haziran sonuna kadar Alba Galeri’de. Sergiyi, eserlerini, sanat yaşamını konuşacaktık birlikte. Derken sallandı halkımız, sallandı Türkiye. Bakın neler oldu

Dalia MAYA Sanat
19 Haziran 2013 Çarşamba

Biri eserleri Moma’da, İKSV’de satışa çıkmış, yaratıcılığı ve çalışkanlığı ile defalarca gazetemize konu olmuş mimar, takı sanatçısı. Bedeni bir sergi mekanı olarak kullanmaktan başlayıp, takılabilir heykellere; oradan, önce küçük, giderek daha büyük çaplı heykellere yol alan ve, kim bilir belki de, yolu bir gün dev müze binalarına eğitimini aldığı mimarlığa yeniden geçerek kendi döngüsünü tamamlayacak sanatçı, Sabrina Fresko. Diğeri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisi, Doktor Seda Yavuz. Çalışma alanı: 20. yüzyıl sanatı ve güncel sanat. Sanat bakışı üzerinden de Sabrina’nın takı ve heykellerine, takıların üzerinden de sanat tarihine ve ister istemez sosyolojiye bir yolculuk yaptık izleyicilerle birlikte… 

 

 

Tek tek inceledik takıları, ufak heykelleri. Elimize aldık, dokunduk. Hatta taktık deneyimledik. Çok görsel ve deneyimsel bir olayı yazıya dökmenin zorlukları var elbet… Dokunmak önemli mesela. Ta MÖ 25.000 yılına gittik, takının o zamanlarda korku nedeniyle korunma, arınma, şifa için öncelikle bir inanç nesnesi olarak kullanıldığını, dünyanın dört bir yanında benzer şekillerde ama farklı malzemeden üretildiğini, daha sonraki çağlarda toplumsal konumu belirlemek üzere bir değer nesnesine dönüştüğünü konuştuk.

Sabrina’ya gelirsek, diye devam ediyordu Dr. Seda Yavuz sözlerine “Bir mimar olarak takı tasarlamak için, mimari eğitimi almış birinin takı mantığını nasıl kuruyor olduğu üzerine düşünecek olursak, takı bedene takılıyorsa eğer, bedeni bir mekan gibi düşünmek gerek. Dolayısıyla ilk işler itibariyle aslında sanki bir sergi alanı gibi kurgulayarak bir üretim mekanizması geliştiriyor. Zaten bu kendi kullandığı bir söz: ‘Beden için mekân ne ise, takı için beden odur,’ diyor. İlk yıllarında yaptığı çalışmalar heykel diyebileceğimiz işler değil. Ama heykelle ilgili çok ciddi bir sorgulama sürecine girmiş aslında. 20. yüzyılın en önemli meselelerinden bir tanesi olan boşluk-doluluk meselesini sorgulamakta örneğin…  Sonsuzluğu ve sınırsızlığı işlemekte...”

Sonsuzluğu, sınırsızlığı, boşluk/doluluğu konuştuğumuz bu toplantıyı sizler için yazmaya oturduğum dönemde, bir külçe gibi düştü Gezi Parkı gündeme...  Öyle bir düştü ki, bir anda anlamsızlaştı her şey. Ne sanat, ne yazı, ne takı konuşulur oldu. 

Ne korunma için kullanılan, ne kendini, toplumsal konumunu gösterme için takılan, ne de Sabrina’nın son dönemde yaptığı beden için heykellerin kaldı anlamı.

“Pazartesi günü televizyonda bir söyleşiye çıkacağım, ben de bunu söylemeyi düşünüyordum. Hep çok inanarak yapıyorum bütün yaptıklarımı, ama burada saçma olmaya başladı. Düşünebileceğin her şeyin üstüne çıktı bu olay. Ve aslında insanlar için hem korkuyorum, hem de müthiş bir gurur duyuyorum. Müthiş bir bilinçle gençler ortaya attılar kendilerini, tehlikeye attıklarını bile bile. Ve İstanbul halkı asil bir halk. Gerçekten sabahın beşinde köprüyü doldurdular ve akın akın bir yakadan öbürüne yorulmadan, bu kadar gaz yemeye aldırmadan devam ediyorlar. Ama çok büyük bir sıkışma vardı. Gezi Parkı mantarın patladığı nokta oldu,”  diyerek devam ediyor Sabrina sözlerine  “Benim yaptığım tamamen estetik üzerinden. Hep felsefi olarak, sonsuzluk üzerine, boşluk üzerine, insanlık üzerine, estetik üzerine düşünüyorum. Ve gerçekten de ne dini ne politik bir yanım olmasın, hatta onlardan arınayım, televizyon seyretmeyeyim, biraz apolitik olayım istiyorum. Bu yaştan sonra artık yapabilirim diye düşünüyorum. Ama olmuyor. Çünkü politika yaşamın içinde. Onu yaşıyor, onu soluyoruz. Olmuyor. Yine de yaptığım işi, arınarak yaptığımı düşünüyorum. Hatta yaptığımın beni arındırdığını düşündüğüm için böylesine sarılıyorum işime, böylesine özdeşleşiyorum bu yaptığım formlarla. O beni bir şekilde temizliyor bütün bu dışarıda yaşanılan sosyal, politik, dini kirlenmeden kurtulup atölyemde arındığım bir yer burası. Ve tabi felsefenin içinde dönen sonsuzluk ve boşluk öğelerini de yapıyorum. Maskeleri yaptığım zaman insanların özünde ne yatıyorsa, oyun dediğim zaman çocukluğumuzda ne oynadıysak onları bir şekilde tekrar canlandırmak, onlara bir selam çakmak. Zaman sergim de öyleydi. Saatler, mekanik saatlerin tam da durduğu bir zamanda mekanik saatlere bir selam yolladım.

Şu anda da zamanın burduğu bir anı yaşıyoruz.

Evet, ve belki de zamanın buradan ilerleyeceği bir zamanı yaşıyoruz.

Bu nasıl yansır sence eserlerine?

Bu beni bir süre durduracaktır diye düşünüyorum. Çünkü hakikaten senin bu sabah geldiğin duygu tam da benim üzerimde olan duyguydu. Kendi devletimizin kendi çocuklarımızla, kendi bayrağımızı taşıyanlarla çatıştığı bir durumda bir estetik obje, heykel ya da takı üretmek bana tamamen abes geliyor. Bu tabi mutlaka iyileşecektir. Mutlaka bunu iyileştirecek bir durum bulacağım ama şu anda, şu gün bana yaptığım şey anlamsız geliyor.

Hepimize geldiği gibi aslında. Ama yaşam biraz da inişler, çıkışlar, yaralar, hastalıklar ve de oradan iyileşme değil midir? Ne kadar dibe düşerse insan o kadar da çıkıyor aslında.  Sonsuzlukta yollardan bir tanesi inmek, bir tanesi de yukarı çıkabilmek. Ama çıkabilmek için önce düşmek gerekiyor sanki...

Tabi çok doğru,  Bak mesela bu mobius formundaki bileziği ele alalım. Upuzun bir şeridi kaynatarak yaptığım ve sonsuzluk işaretinin oluşturan bir parça bu. Malzemede sonsuzluk. Gidiyor, dönüyor derken kesişme noktaları, sıfırlanma noktaları oluyor ama tekrar ivmesini kazanarak dönüyor ve kendi içinde kapanıyor.

Bugün yaşadığımız da bu. Evet, inişler çıkışlar, sıfırlanma kesilme noktaları olacak ama bir şekilde tekrar o şerit, yaşam döngüsü devam edecek.

Felsefeden gelen bir şey benim yaptığım, politik bir durum değil ama felsefi olarak düşünürsen belki bir çıkış yolu kendimize görmemiz mümkün. Ama şu anda çocuklarımızın sokakta ve tehlikede olduğunu düşünmek çok garip ve insanı sıfırlayan bir duygu.

Yaptığım boşluk formları da. Bir şekilde yaşamın içinde her şeyin bir karşıt gücü olması lazım. Boşluk olmasa hiç bir hareketi gerçekleştiremezdik mesela. Boşluk çok önemli bir şeydir. Ve benim yaptığım bu küçücük formlarda gözün boşluğu tamamlamasını düşünerek yaptığım şeyler var. O da aslında felsefi düşüncenin estetiğe aktarılması meselesi.



Aslında yaşam da felsefenin içinde...

Mutlaka. Hiçbirini birbirinden ayırmak mümkün değil. O yüzden hiçbir din ve politik akıma saplanmak bana uygun gelmiyor. Çünkü hepsi aslında bir kabuk örüyor insanın etrafına ama bunlardan arınıp kendi içindeki düşünceye kapandığım ve bir formda kusursuzluğu bulduğumu hissettiğim zaman, işte o sanatın getirdiği katarsisi orada buluyorsun.

Yaşamın o kadar içinde, sanat, takı. Yaşamın gerçekleşmesi bir anlamda, aynı zamanda da yaşamı yansıtan, acılarıyla, zor dönemeçlerde deneyimledikleriyle insanın, yaşadıkça, yarattıkça, izleyip kullandıkça deneyimlenen, şifa veren.  Tüm bu olan biten içinde anlamsız belki... Ama bir o kadar da gerekli, dengenin sağlanabilmesi için ve sonrasında da şifa bulabilmek için.