Oryantalizmin Taksim Gezi’sindeki 1001 yüzü

Demokratik yönetimlerde alınması gereken toplumsal bir karar, toplumu oluşturan bireylerin ortak görüşleri, akılcı yöntemleri ve bilimsel uygulamalarıyla alınır. Toplum adına yapılacak herhangi bir kamusal etkinliğin yalnız o dönem için değil, geleceğe miras kalacak bir uygulama olduğu unutulmamalıdır.

Rubi ASA Gündem
12 Haziran 2013 Çarşamba

Sanatın Güncesini, bu günlerde hepimizin yoğunlukla yaşadığı Taksim Gezi’sinde gençlerin demokrasi özlemiyle tetiklediği direnişe ve Gezi Parkı’nda yapılmak istenen Topçu Kışlası’na yöneltmek istedim.

Hanry Prost; Fransız mimar ve şehircilik uzmanıydı.

1902’de mimarlık fakültesinden mezun olmuş, öğrenciliğinde ‘Roma Şehri Büyük Ödülünü’ almış, asıl çalışmalarını Roma’da kaldığı beş yıl zarfında gerçekleştirmişti. Hitler’in iktidara gelmesi ve akademilerdeki baskıları sonucu Hanry Prost 1936 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’ye gelmişti. İstanbul’un ilk nazım planını uygulamakla görevlendirilmişti. Hazırlamaya başladığı raporlarını 1939’da tamamlamış ve o dönem hükümetinden onay almıştı.

Prost, nazım planında Maçka, Harbiye, Taksim ve Dolmabahçe arasında 20 hektarı aşan büyük bir park öngörmüştü.

Bu park, şehrin gelişme sürecinde Taksim çevresinde yeni iskan birimlerine karşı rekreasyon bölgesi olacak, meydan kavramı ile de kent yaşantısına, demokratik özgürlüklerin ve dayanışma ruhunun pekişmesi adına katkıda bulunacaktı.

Taksim Meydanı, Gezi Parkı, İTÜ Taşkışla binası, Açıkhava Tiyatrosu, Spor Sergi Sarayı (şimdiki Lütfü Kırdar Kongre Merkezi ), Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Eski Taşlık Meydanı (Şimdiki Swissotel) ile Dolmabahçe Sarayı’nın güney ucuna kadar uzanan ve tümünü kapsayan bir yeşil alan planlamıştı. Şimdiki Gezi Parkı alanında bulunan Topçu Kışlası da 1940 yılında bu projenin başlaması gerekçesiyle yıkıldı.

Bundan 75 sene önce hazırlanan İstanbul nazım planında H.Prost’un temel tasarımı, Gezi Parkı’nın Maçka Parkı ile birleştirilmesiyle İstanbul’un yoğun yapılaşmasına soluk katacak bir kulvar hazırlamak ve insanlarına yeşil alan sunmaktı.

Oysa o yıllarda uygulanan bu proje adımlarının daha sonraki yıllarda sırasıyla her kademesi yok edildi. Şimdi ise bu projeden kalan ve son adım olan, İstanbul’un kalbi, ufacık bir Gezi Parkı alanı ile sınırlı kaldı ve şimdi de yok edilme sırası bu son kalede.

Topçu Kışlası’nın başka fonksiyonlar içererek yeniden hayata geçirilmesi, bana göre, tarihsel, mimari ve bilimsel bakış açısıyla incelendiğinde ciddi biçimde gerekçesiz.

1940’larda ortadan kaldırılmış bir kışlanın neden şimdi gündeme geldiğini anlamak zor. Hem de yerinde bugün kullanılmakta olan bir park alanı bulunduğu halde.

Eğer tarihsel mirasın ortaya çıkarılması gibi bir kaygı varsa, Topçu Kışlası öncesinde, o bölgede İstanbul’un en güzel korusu, daha öncesinde de, Osmanlı, Bizans, Roma ve İstanbul’un ilk ve gerçek sahiplerinin yerleşim alanları vardı.

Geçmişi mutlaka bir bina ile sembolleştirip, tarihin sınırlı bir alanına hapsetmek onu mahkûm etmekten başka bir şey değildir.

Her mekânın, tarih ve insan ile diyalektik ilişkisi olduğu gibi, sonucunda ise, yine insan ve toplum için gerçekleşecek işlevsel bir süreci vardır.

Taksim Topçu Kışlası 1806’da Sultan III. Selim’in emriyle, kapıkulu askerlerinin topçu sınıfı için inşa edilmişti. Sonraki yıllarda birçok onarımdan geçerek 19. yüzyılın ortalarında son halini aldı. Oryantalist üslubun etkisiyle şekillendirilen ve ortasında çok büyük bir avlusu bulunan bu bina, 19. yüzyıl batılılaşma sürecinin etkisinde yapılan bir yapıydı.

Osmanlı mimarlığının batı etkisine açılması 18. yüzyıl başlarında gerçekleşmişti. Barok ve Rokoko karışımı sonucu, zamanla deneme niteliği de kazanan mimari tarz, dönemin batı hayranlığını benimseyen kültürel ve geleneksel gerekçeleri olmayan bir şekilde sürmekteydi. Bu durum yüzyıl boyunca geçerliliğini korumuştu. Bu süreçte İstanbul’daki birçok binanın yapımında önemli yer tutan Balyan Ailesi ve dönemin Levanten mimarları başlıca rolü üstlenmişti.

Bu üslup, sonraki yıllarda Uzakdoğu ve Doğu İslam ülkelerinin de mimari stilleri ile karıştırılarak farklı bir eklektik nitelik kazanmıştı. Bunu günümüze dek kalan birçok yapıda görmekteyiz. Batıdan kaynak bulan bu etki, devşirilen biçimler ve arayışlarla yıllar sonra batı düşüncesinin de dışına düşmüş ve Oryantalist denilen bir üslup ile anılır olmuştu. Batı taklidi, Mağrip –Endülüs bileşenli, Doğu İslam mimarisi etkisi ile oluşturulan bu egzotik yapı dilinin ne Osmanlı geleneksel mimarisiyle ne de dönemin Batı mimarisiyle alakası yoktu.

İşte Taksim Topçu Kışlası da, bu üslupla üretilen bir yapıydı. Kirkor Balyan tarafından tasarlanan bu yapı 1812 yılında kışla olarak inşa edilmiş ve II. Abdülhamit zamanında köklü onarım geçirmişti. Kışlanın avlusu 1940 yılında belediye tarafından yıkılmadan önce 20 yıla yakın stadyum olarak kullanılmaktaydı.

Yapının belki de günümüzde bu denli istek ve ilgiyle hayata geçirilme arzusu, tarihindeki önemli bir olay ile bağlantılı olabilir.

1909 yılının 12 Nisan gecesi, Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan’ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti, ayaklanmacılarla uzlaşma yolunu seçmek ve hükümet üyelerini istifa ettirmek zorunda bırakıldı.

Ayaklanma Heyet-i Mebusan üzerinde de etkili olmuştu. O günlerde  İttihat ve Terakki üyesi mebuslar, can güvenlikleri olmadığı için meclise gidemeyip İstanbul’dan uzaklaşırken, bazıları da kent içinde gizlenerek canlarını kurtarma peşine düşmüşlerdi. Bu arada ayaklanmacılar gitgide sertleşerek İttihatçı subaylarla mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. Hükümetin ve meclisin etkisiz kalmasıyla, gereğinden fazla bekleyen II. Abdülhamit yeniden duruma egemen oldu ve Osmanlı’nın o dönemini tarihin farklı bir kulvarına oturttu.

Sonucunda, İstanbul’da denetimi elinden kaçıran İttihat ve Terakki, asıl güç merkezleri olan Selanik’te yeniden örgütlenerek ve ayaklanmayı bastırmak üzere yeni bir Hareket Ordusu kurarak 24 Nisan’da İstanbul’a girip isyanı bastırmaya çalıştılar. İsyancılar bu kez Hareket Ordusu’na karşı başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular.

Yine günümüze gelelim; Taksim Gezisi ve Meydanı ile ilgili gelişmeler son günlerde AKM’yi de kapsayan farklı bir boyuta taşındı.

AKM bugün korunması gereken 1. Derece Anıtsal Yapı niteliğinde olup özgün niteliklere sahiptir.

AKM’nin 70’li yıllarda, kültürel etkinliklerin en yoğun olduğu İstanbul’da, toplumun kültürel gereksinmelerinin karşılanması için tasarlanan bir yapı olması, özgün bir tasarım anlayışını yansıtması, dönemin yapım teknolojilerine sahip olması, özetle toplumun kültürel yaşamını mekâna taşıması nedeniyle Mimari Belge Değeri vardır. 

AKM’nin fiziki olarak, İstanbul kentinin belleğinin bir parçası olma sıfatıyla bir ‘kimlik değeri’ vardır. AKM, toplumun gereksinimlerini halen karşılayabilmesi açısından ‘işlevsel ve ekonomik değer’e sahiptir. AKM’nin yapıldığı 40 yıldan fazla süredir kullanılması ve kendisine çağdaş toplumda bir yer bulabilmesinden kaynaklanan ‘süreklilik değer’i vardır. Sonuç olarak; 20.12.2009 tarihinde Mimarlar Odası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Kültür Bakanlığı arasında yapılan protokole göre AKM tarihi eser niteliği taşıdığı ve aslına uygun olarak restore edilmesi karar altına alınmıştır.

AKM sadece yukarda sıraladığım özellikleriyle ‘kültür varlığı’ olma niteliğini birçok başka yapıdan daha fazla hak etmiş bir yapıdır. Onun ülkenin ve İstanbul’un yaşamından kopartılması tüm bu değerlerin de yok sayılacağı anlamına gelir.

Gezi Parkı ve AKM’yi de içine alan bir müze ve ne olduğu belli olmayan ‘Barok Opera Binası’ düşüncesi çağdaş mimarlığın ve bilimsel yaklaşımın çok uzağındadır. Bu alan için yapılması gerekenler kent sosyolojisinin değerlendirmeleri ışığında, şehir plancılarının ve mimarların tasarrufunda olmalı ve o kenti paylaşanlarında referandumuna sunulması gerekir.

Popülist bir sanat ifadesi ile hiçbir kurama oturmadan oluşturulan politikalar ile piyasa mantığı arasında bölüşülen kültür ve sanatın kamusallığından sizce söz edilebilir mi? Kanımca sorunun temelinde bu yatıyor.

Bu sorunlar ile birleşen özgürlük düşüncesi, tarihin birçok döneminde olduğu gibi ne yazık ki bugün de baskı altına alınmakta, özgür düşünce yok edilmek istenmektedir.