Hayatın içinden şarkılar: ‘Arka Pencere’

Hayatın içinden yaşanmışlıklarla bezenmiş bir arşiv kaydı niteliğinde olan Nino Varon’un son albümü “Arka Pencere” EMI etiketiyle raflarda yerini aldı

Rina ALTARAS
22 Aralık 2010 Çarşamba

Bu haftaki söyleşimi yazmaya başlamadan evvel havaya girmek için “Arka Pencere” albümünü tekrar CD çalara koydum. Bu sefer çok farklı bir modda dinledim Nino Varon’u… Pek de canımı yakmadı nedense bu sefer. Boşuna dememişler İstanbul’un kadınları İstanbul’un havası gibi değişkendir diye!

50 yılı aşkındır süren müzik kariyerinde Nilüfer, Tanju Okan, Ajda Pekkan, Modern Folk Üçlüsü, Barış Manço, Cem Karaca gibi klasikleşmiş isimlerin, Eurovision’un prodüktörlüğünü yapmış olan bu İstanbul Beyefendisi ile gerçekleştirdiğim söyleşi, başta soru niyetinde bir cümle sarf edip, bir daha teybi kapatana kadar hiç konuşmadığım ender söyleşilerden biri. Teybi kapattıktan sonra konuştuklarımız ise, bana hayat dersi niteliğinde beynimdeki hafıza kartında kayıtlı. Hal böyle iken ben bu sefer hiçbir noktasına virgülüne dokunmadan Nino Varon’u tırnak açıp, tırnak kapatarak, aralara da okumanızı kolaylaştırmak için ufak ara başlıklar ekleyerek aktarmayı tercih ettim.BİR DİSEUR’DEN / OZANDAN BASİT, NAİF ÖNERMELER

“Bu albümü niçin yaptım? Ben müzikle beslenen bir insanım. Resim de yapıyorum. Müzikten yorulduğumda resme dönüyorum. Resim yapıp müziği özlediğimde ise yeni bir şeyler çıkıyor ortaya. Resim ve müziğin verimli bir alışverişleri var benim hayatımda. Biriken şarkılar oluyor dolayısıyla. Şarkılarımı bir kerede, bölmeden yapıyorum. Ayrıca ben ne besteci ne de şairim, “diseur”üm (ozanım). Müzik üzerine iyi konuştuğumu biliyorum. Bu albüm de 1970 frankofon kültürünün isimleri olan Serge Reggiani, George Moustaki gibi şarkıcı olmadan şarkı söyleyenlerden cesaret alarak yaptığım, altından alnımın akıyla kalkabileceğimi düşündüğüm bir çalışma. Diğer taraftan şarkılarımı söyleyebilecek bir sesin de olmaması beni bu albümleri yapmaya sevk etti. Tanju Okan olsaydı, o söyleyebilirdi ancak. Bu şarkılardan 12 tane yapayım, Tanju Okan söylesin, piyasa tabiri ile Türkiye’yi 12’den vururduk. Çocukluk arkadaşım Fedon’la konuşuyoruz, belki onunla böyle bir çalışmayı zaman içerisinde yapabiliriz. Albümdeki şarkılar konularını hayatın içinden, yaşanmışlıklardan alıyor. Türkçem naiftir, düz ve basittir, karmaşık, uzun tasvirler yoktur şarkılarımın sözlerinde. Gittiğim restoranlardan birinde bir şef garson var; Yıldıray: ‘Abi sende neyi keşfettim ve sevdim biliyor musun? Sen şarkılarında hiçbir şeyi dayatmıyorsun. Sadece ortaya bir önerme atıyorsun, gerisini biz hayal ediyoruz…’ Bu benim için bugüne kadar aldığım en değerli iltifattır, çünkü çok doğru bir tespit. Bu albüm de aslında bir kitap gibi.

ULUSLARARASI BİR ALBÜM

Çocuklarımızın duygu dünyası ne yazık ki, bizimki gibi zengin olamayacak. Dijital dünya, hayatı kolaylaştırmanın yanı sıra hissiyatı ortadan kaldırıyor. Sinematografik yaklaşım ve küresel iletişim artık o kadar yoğun ki, gerçekten müzik dinleyecek vakit yok denecek kadar az. Ayrıca her bilgi gibi müziğe de çok kolay ulaşılır olması, müziğe olan saygının da yitmesine sebep oluyor. Bu, benim mesleğim açısından olabilecek en kötü şey. Türkiye’deki oryantalizmden kaynaklanan telif sorunları da cabası. Albümün EMI’dan çıkmış olması onu Türkiye dışında uluslararası boyutta örneğin Fransa’da, ABD’de, itunes’da ulaşılabilir kıldı. Uluslararası bir şirketle de çalışmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Satış rakamı Ninovari’yi geçti. Bir de, bir tanesi bir dizide kullanılsa demeden edemiyorum. Yıllar önce Gönül Turgut’a “those were the days” diye bir şarkı yapmıştım. Şimdilerde bir dizide kullanıldı. Bütün Türkiye Gönül Turgut’u biliyor artık.

GELECEK NELERE GEBE?

Bu albümün sonrasında çok sevdiğim Can Yücel ile ilgili bir projem var. Beni bu projede biraz düşündüren Türkçemin ve diksiyonumun yeterli olup olmayacağı. Arkadaşım olan kızı Su Yücel ile projeyi paylaştığımda ‘Babam bununla gurur duyardı’ dedi. Bu denenecek ve daha uzun sürecek bir çalışma. Bu o kadar ‘a la minute’ (anlık) ‘Ninovari’ bir çalışma olamaz.

Asistanımın yaptığı bir müzik üzerine ‘Bonsoir’ ve ‘Sometimes’ başlıklı iki tane Fransızca, lounge tarzında düzenleme yaptım. Bu lounge’lar bütün gece kulüplerinde bol bol çalıyor. Cem Ceminay bile çalmaya başladı. Mütevazı Fransızcamla yazdığım metinleri kullanarak bu tür denemeler yapmaya devam etmek istiyorum.

Bu işi seviyorum, beni besliyor. İnsanlar beğenince mutlu oluyorum ve bunun parayla karşılığı yok. Bence insanların en çok beslemesi gereken şey olan, ruhumu besliyor. Güzel bir örgü yaparsın arkadaşın beğenir, mutlu olursun. Ben şarkı yapıyorum…

Yakında Teşvikiye’de siyah-beyaz’lardan oluşan bir resim sergim de olacak. Siyah-beyaz deniz manzaraları ne kadar beğenilir bilmiyorum, ama eski acele ile yapılmış resimlerimin üstünden ciddi bir şekilde geçtim. 25–30 parçam var.

Çok mutluyum, çünkü Tanrı beni inanılmaz donatmış. Ancak bu donanımı ırkımın zekâsıyla buluşturmakta hatam var. Gereksiz bir sanatçı gururundan mıdır, nedendir bilinmez…”