Husumet: Usulca

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
7 Ekim 2009 Çarşamba

Avrupa Komisyonu katkıları ile yapılan ve toplumdaki Yahudi algılamasının irdelendiği çalışmanın sonuçları iki sayıdır gazetemiz ŞALOM’un sayfalarında yer alıyor. Çeşitli gazetelerde çıkan tepkilerin yanı sıra politikacıların konu ile ilgili yorumlarını da ilgi ile izliyoruz.

Bundan önce çeşitli üniversiteler tarafından yapılan benzer araştırmalar da değişik sonuçlara varmamıştı zaten. Dolayısı ile esasta, sorulanlara verilen yanıtlar şaşırtıcı değil, ancak düşündürücü…

Örneğin genelde gayrimüslimlerin sosyal hayatta edindiklerini düşündükleri kazanımların ne denli bıçak sırtı gittiğini görmek insanı ürkütüyor. Bir gayrimüslim azınlığın ordu, emniyet ya da istihbarat gibi güvenliği doğrudan ilgilendiren birimlerde görülmek istenmemesinin hafifletici nedenlerini – isyan ederce de olsa – anlamak mümkün. Ancak sanata, bilime, ekonomiye ciddi biçimde katkıda bulunduğu yan sütunlarda ilan edilen bu nüfusun, örneğin akademik çevrelerde veya sağlık sistemi içinde bulunmaması gerektiği fikri bir paradoks gibi duruyor.

Olay elbette ki esasta bir bilinmeyenin verdiği korku – ya da bunu hafifletmek istersek – tedirginlik olarak adlandırılabilir. Ancak bilinmeyeni bilinen kılmanın yolları var. Başta siyasetin ve kitlelere ulaşmada en etkili yol olan basının yüklendiği toplumsal sorumluluk, kendilerine böylesi bir görevi veriyor… Veriyor vermesine de, alan var mı orası şüpheli…

Özelde, hızla çoğalan bir nüfus içerisinde gitgide ağırlığını giderek kaybeden Yahudi toplumuna sıkça atfedilen “kendinizi genele tanıtmıyorsunuz” yakıştırması, adeta sosyolojik bir alay şekline gelmiş gibi. Toplumun on binde 2’si kadarlık bir bölümünün, ne yaparsa yapsın, kendini tanıtması, sevdirmesi, kendisine yöneltilen şüphe dolu bakışları, güven dolu olanlarla değiştirmesi hayal gibi…

Buna bir de zaman zaman siyasi söylemlere kurban edilen bir kimlik özelliğini de unutmadan bakmak gerek. Geçtiğimiz kış aylarında Gazze olayları esnasında ve sonrasında körüklenen Yahudi düşmanlığının, toplumdaki Yahudi algısına hizmet etmediği bir gerçek.

Hayatında hiç Yahudi ile karşılaşmamış, ya da Yahudi kültürü ile çok dar bir çerçevede tanışmış bir kişinin, sağlıklı bir ilişki içine girmesi zor… Bazı basın organlarında, ya da kapalı kapılar ardında Yahudilerin şeytanlaştırıldığı çalışmalarda; Ortadoğu merkezli siyasi problemlerin dini çekişmeler olarak gösterilmek istendiği ortamlarda, bırakın güveni, birlikte yaşamaktan dahi söz etmek olası algılanmıyor. Zaten, şimdiki araştırma da, daha önceki benzer araştırmalar da, bu gerçeğe parmak basıyor, ne yazık ki!

“Siz Yahudi olamazsınız!  Musevi’siniz değil mi ?” noktasına indirgenmiş bir tanınmışlıkta, işe nereden başlamak gerektiğini kestirmek kolay değil.

Kişiler birbirleri ile ilişki içine girdikçe tanırlar. Bu ilişkiler yumağı beraberinde insanlar arasında sürmesi beklenen ve tüm dinler tarafından öngörülen sevgiyi getirir… Bu sevgi de saygıyı ve güveni… Toplum temelinin sağlamlığı ancak sevgi – saygı – güven üçlemesi içindeki kuvvet ile anlam bulur.

Oysa günümüzde, gündelik yaşantının akışı içinde bu üçgeni bulmak giderek zorlaşıyor. Toplumumuz, giderek farklı olana karşı bir tahammülsüzlük gösteriyor. Onu kucaklayacağı, kendi içine alacağı ve onu rahatlatacağı yerde, onu hırpalıyor. Düşüncesiz ve özensiz hareketlerle, onu rencide ediyor. Tanınmayanı tanımaya çalışmak, onu kucaklamak ve kendi kıymeti ile – olduğu gibi - kabul etmek, esasta genelin işi olması gerekirken, azınlığın kâbusu haline dönüşebiliyor, kötü niyetlilerin çomaklaması ile… Ve yabancılaştırma, husumet alıp başını gidebiliyor usulca…