Söz ve renklere hayat veren bir sanat adamı (1)

Bu hafta ve önümüzdeki sayıda değerli sanatçı Habib Gerez ile, yaşamı, çalışmaları ve anıları üzerine gerçekleştirdiğim söyleşiyi yayınlıyoruz

Perspektif
9 Nisan 2008 Çarşamba

Uzun zamandır değerli büyüğüm, ressam, yazar, şair, üstad Habib Gerez’le bir söyleşi gerçekleştirme arzusundaydım. Geçtiğimiz hafta sonuna doğru, ılık bir Nisan öğleden sonrasında, 1999 yılında restore ettirdiği Galata’daki hem yaşadığı, hem çalışmalarını sürdürdüğü hem de bir “sanat evi” olan mekânına gittim Habib Gerez’in. Daha kapı ziline parmağımı uzatmamla farklı ve özel bir yere geldiğimi hissediyordum; kuş cıvıltılarıyla çalarken kapı, “misafiriniz geldi” diye bir ses duyuluyor. Az sonra Habib Gerez beni dostça karşılıyor, üç katlı sanat evinin orta katına alıyor. Kırmızı bir halıdan geçiyoruz... Gerez, salonun ışıklarını yakarken, son derece sabırlı ve mütevazı bir biçimde anlatmaya başlıyor bana sanat evini... Elbette kendi çapımda küçük bir hazırlık yaparak gelmiştim söyleşiye ve Habib Gerez’i sadece sözcüklerle değil, panoda sergilediği kitapları, özenle ciltlettirdiği fotoğrafları, basın kupürleri, sakladığı ödül ve belgeleri, sergilediği çeşitli çalışmalarıyla tanımamak çok daha anlamlı kılıyor söyleşimi. Bu muazzam ve muntazam arşive hayran kalıyorum. 

Gerez’in evi, bir sanat evi...  Duvarlarında tam 110 tane tablo asılı. Alt katındaki deposunda da  4,000 kadar tablonun bulunduğunu anlatıyor. Gerez bugüne kadar 10,000 tablo yapmış. Hediye ettiği veya sattığı 6,000’nin kaydını tutmuş. Tablolarını özenle muhafaza ettiği depoyu, evinin çeşitli bölümlerini ve atölyesini de gezdiriyor Habib Gerez... Her şey özenle yerleştirilmiş, ev duruşuyla kolay kolay bulunamayacak bir sıcaklığı taşıyor. 15 senelik Şalom ciltleri dikkatimi çekiyor. Merak ediyorum ve ciltleri kendisinin özel olarak yaptırdığını öğrenince bir hayli şaşırıyorum.

Küçük turumuzu tamamladığımızda yeniden orta kattaki salona dönüyoruz. Notlarım arasına derlediğim bilgilerden yola çıkarak başlıyorum sormaya...

Doğduğunuz zamanki İstanbul ve Galata’dan söz edebilir misiniz?

Ortaköy’de doğdum, Kabataş Lisesi’nden mezun oldum. Türkiye’de o dönem Musevi toplumu 70-80 bin kişiydi. 1948’de İsrail Devleti kurulunca zaten büyük bir kısmı göç etti. Hukuk fakültesine başladığım yıllarda Şişli Perihan Sokağı’na taşındık ailece. Sabahları 5’te Şişli-Tünel tramvayına binerdim... O dönem elektrik idaresinin genel müdürü şair Orhan Hançerlioğlu’nun ofisine uğrar, çay içerdik... Sene 1955-56... Atölyem Tünel’de Güney İş Hanı’nın en üst katındaydı. Yeri, Prof. Nurullah Berk’le paylaşırdık. Resim çalışmalarına onunla birlikte başladım ve Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okuluna misafir öğrenci olarak devam ettim.

Galata’da bulunduğunuz süreç içinde bu semtte ne gibi değişiklikler oldu?

1972’de ilk yurt dışı sergimi açmak üzere İtalya’ya, Milano şehrine gitmiştim. O dönemde İstanbul’da, Beyoğlu’nda bir tek İnci Pastanesi’nin üstünde belediyeye ait “Beyoğlu Şehir Galerisi” vardı. Kişisel sergiler bazen Fransız Konsolosluğu’nda ve Galatasaray Lisesi salonlarında da yılda bir devlet sergileri açılırdı. O yıllarda İtalya’da beş bin galeri bulunmaktaydı. Şimdi baktığınızda İstanbul’da 250’den fazla sanat galerisi yer almakta ve son 35 yılda ülkemizde büyük bir sanat patlaması yaşanıyor.

60 senedir Galata’da oturuyorum. Elbette Galata’da da, diğer birçok semt gibi birtakım değişiklikler oldu. Galata Kulesi onarıldı ve kule turistleri bu bölgeye çekiyor. Eskiden bu yörede birçok kitapçı vardı, şimdi ise Galipdede Caddesi’nde pek çok müzik enstrümanı satan dükkanlar açıldı. Kahve içebilecek birçok yer mevcut. Birçok sanatçı bu bölgede kiraladıkları atölyelerde çalışmalarını sürdürmekte ve bu bölge bir sanat yöresine dönüştü. İstanbul’un nüfusu, gençlik yıllarımda bir milyonken, bugün 15 katına çıktı, ekalliyetler azaldı; ama bence İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri.

Türkçe dersi de verdiniz bir zamanlar... Diller ile aranızın iyi olduğunu biliyoruz...

1950’den itibaren Nurallah Berk ile çalışmalarımı sürdürdüm. Aynı zamanda Berlitz Dil Okulu’nda Türkçe dersleri vermeye başladım. Yabancılara, konsoloslara, tüccarlara... dersler verdim. Bu arada atölyeye de resim eğitimi almak isteyen öğrenciler geliyordu. Nişantaşı’nda da hanımlardan oluşan bir gruba uzun yıllar resim dersleri verdim.

Yurt dışında 30 sergi açtım, bu nedenle pek çok ülkeye gittim. Bu vesileyle İtalyanca ve Fransızca’yı öğrendim. İngilizce’yi de fena konuşmam. Şimdi 8-10 aydan beri Rusça öğrenmekteyim. 

Hahambaşılıkta sekreter olarak da görev olarak yaptınız. Bu konudan bahseder misiniz?

Berlitz’de dil eğitimi verirken, o zamanki cemaat başkanı, cilt ve zührevi hastalıklar doktoru olan Harun Çiprut Berlitz’deki yerime geldi. 1961 yılında David Asseo’nun yeni hahambaşı olarak seçildiğini bildirdi. İyi Türkçe bilen bir sekretere ihtiyaç duyduklarını belirtti. Bir süre maaşım konusunda anlaşamadık; ama sonra sorunlar çözüldü ve 1961’de hahambaşılıkta özel kalem müdürü olarak işe başladım. Akşam üstleri sanat çalışmalarımı sürdürdüm, gece geç saatlere kadar şiir ve makaleler yazdım. 33-34 yıl kadar hahambaşılıkta görev yaptım.

Ya hukuk kariyeriniz?

Hukuk son sınıftan ayrıldım. Hukukta devamımı bitirmişken, ölüm kalım arasında bir peritonit geçirdim. Bu nedenle bir süre evde istirahat etmek mecburiyetinde kaldım. Akabinde askerlik görevimi yedek subay olarak yapmak üzere Ankara’ya gittim. Ondan sonra kura ile Lüleburgaz’da bulundum. 6 ay asteğmen ve 6 ay teğmen olarak vatani görevimi yerine getirdim. Aradan uzun süre geçtikten sonra sanat çalışmalarım ön plana geçti.

İsteyerek mi girmiştiniz hukuka?

Aslında pek isteyerek değil... Sanatçı olmak istedim, ailem ise doktor veya avukat olmamı. Öğretmenlik yaptım. Hukuk bilgim de hayatımda bana çok yardımı oldu.

Aldığınız düğün ve Bar-mitzva davetiyelerin üzerine resim çalışıp hediye ediyorsunuz.

Bu çok beğeni topladı...

Evet, bu kendi buluşum. Davetiyelerin üzerine bir resim çalışıyorum ve imzalıyorum. Onları, hediyem olarak takdim ediyorum ve bu insanların çok hoşuna gidiyor. Onlar için bir anı oluyor.

“Gerez” soyadı nereden geliyor?

Bizim esas soyadımız Habib iken  soyadı kanunu çıkınca Gerez soyadını aldık. Önceleri Yusef Habib iken, sonraları “Yosef Gerez” oldu. Habib’i bir mahlas olarak kullanıyorum. Karadeniz yöresinde de Gerez soyadını taşıyanlar var.

Jak Belman fotoğraf arşivini Şalom’a bağışladı. Allah size uzun ömür versin, siz arşivinizi ve çalışmalarınızı nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsunuz?

Henüz bilmiyorum. Bir vakıf kurmayı veya cemaate bırakma olasılığı var. Hollanda’da yaşamakta olan tek ağabeyim ve onların çocukları ile torunları var. İnsan öldükten ve toprak olduktan sonra...

Taktığınız madalyon dikkatimi çekiyor...

Evet... Bu bir nevi kravatım. Bunlardan iki tane yaptım. Bir tanesinin ortasında bir  “G” harfi diğerinde ise bir palet var. Bazen eşarp veya kravat da takıyorum... 

Sanat evinize ziyaretler oluyor mu?

Evet, çok ziyaretçi geliyor... Beni tanıyanlar geldiğini gibi, turistler de geliyorlar. Onlara sanat evini gezdiriyor ve kitaplarımdan hediye ediyorum. Bazen tablo alanlar da oluyor.

devamı haftaya...