Bir dostluk öyküsü üzerine

Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Geçtiğimiz Perşembe günü eve son derece yorgun döndüm. Yine de irademi topladım ve elime okumak üzere beni bekleyen kitaplarımdan birini aldım: Thomas Bernhard'ın “Wittgenstein'ın Yeğeni – Bir dostluk” adlı eserini. Yaklaşık 100 sayfa kadar olan eseri kanepeye uzandığım gibi okudum ve bitirdim. Tadı damağımda kaldı; kitap üzerine izlerimlerimi paylaşmak isterim.
Thomas Bernhard, yeni öğrendiğim ve birçok eseri olan Avusturyalı bir yazar. Kitabı alma nedenim başlığında “Wittgenstein” adının geçiyor olmasaydı; çünkü Wittgenstein benim ilgi duyduğum filozoflardan en başta geleni... Hâlbuki anlatı şeklinde yazılmış öykünün çok az bir kısmı filozof Wittgenstein'la ilgiliydi; daha çok Wittgenstein'ın yeğeni Paul ve onunla dostluğu olan anlatıcıydı kahramanlarımız...
Öykü biri akciğer, diğeri ruh hastalıkları klinğinde tedavi gören iki dosttan, akciğer hastası olanın gözünden anlatılıyor. Biri Hermann, diğer ise Ludwig Pavyonun'da yatıyordu, aradaki yakın mesafeyi kat edemeyecek kadar hasta olsalar da, dostlukları onları hayata bağlıyordu . Anlatıcının Paul Wittgenstein'la dostluğu, ortak bir tanıdıkları aracılığıyla, opera ve müzik tutkusu üzerine başlamıştı. Anlatıcı bir yazardı, Paul ise Wittgenstein ailesinin, tıpkı filozof amcası gibi, aykırı bir bireyi... Günümüz şartlarıyla değerlendirildiğinde orta-ağır derecede bir bipolar hastasıydı. Bir yandan servetini dağıtıyor, diğer yandan coşkuyla opera izliyor, ara ara hastaneye yatmak zorunda kalıyor veya inzivaya çekiliyordu.
Dostu anlatıcıysa daha sade bir kişilikti. Paul'le dostluğuna son derece değer veren, Viyana'nın kafelerinde oturmaktan hoşlanan, saygın bir yazardı. Paul'un, tıpkı amcası gibi bir filozof olabilieceğine inanıyordu, onda müthiş bir potansiyel görüyordu; ne var ki delilik ve dahiliğin flört ettiği sınırda Paul deliliğe daha yakındı. Hastaneden taburcu olduklarından sonra, ilerleyen dönemde Paul eşini kaybedecekti, adeta yıkılacaktı; ama dostlukları onun için en büyük destek olarak başgösterecekti...
Hayatın doğal seyri, yaşlanmaya bağlı olarak bir “ölüm” olgusu bu dostları ayıracaktı; ama bu ayrılık zannedildiği gibi ölümün ta kendisi ile değil, ölümdenden önce, yaşlanmayla gelen ölüm düşüncesini görebilmek ve hissetmekle başlayacaktı.
Kitabı bitirdikten sonra dostluk, zaman ve şehirler üzerine düşündüm. Tüketim felsefesinin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz, büyük aileler parçalanıyor, bireyselleşme süreciyle yalnızlık artıyor. Buna karşı dostlukların her zamankinden daha büyük bir önem kazanacağına inananlardanım; çünkü birtakım değerler kayboldukça özlem doğar, elimizdekilere verdiğimiz değer artar. Bir edebiyatçı ve dahi bir amcanın dahi yeğeni arasındaki dostluk ilgi çekiciydi. Onların bir kafede oturup, gündelik yaşamda yola çıkarak coşkulu tartışmalara açıldığını bilmek, etkileyiciydi. Bir dergiyi bulabilmek adına kilometrelerce yolu kat edişleri, günümüzde nadir rastlanılacak bir olay... Bir yazarın kafelerde rahatlıkla kitabını okuyabilmesi, öğleden sonrasını değerlendirebilmesini okurken, kıskandım da... İstanbul'u düşündüm sonra... Günümüzde birçok popüler kahveci ortalığı sararken, tarihin dokusuyla işlenmiş, hoş saatler geçirebileceğimiz neresi kaldı ki?...
Küresel ısınma derken mevsimlerin dengesi bozuldu; ama son günlerde havalar soğuktu. Kanepede uzanıp kitap okumak güzeldi... Öte yandan popülerlik derken, kültürün ifade ettiği anlam kayboluyor gibi; insanın yüreği soğuyor... Oysa tam tersi, ne de iyi olurdu: Yüreklerimiz sıcak, havalar soğuk, mevsimler dengede, kitaplar ellerimizde... İç çekişlerinizi duyar gibiyim ve genç yaşıma rağmen size katılmadan edemiyorum...