Ayakta durmaya çalişirken

Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

İnsan, kendi ayaklarının üzerinde durabilmeli, durmalıdır. Bu haftaki yazımda paylaşmak istediklerim, bu cümleden yola çıkarak satırlarımı oluşturacak… Fazla öznel olmadan, bir genç olarak bakış açımı, biraz da psikolojinin öğrettiklerinden yararlanarak yazmaya çalışacağım.
Nedenini fazla sorgulamaya gerek yok. Tarihin 1980’li zaman diliminde, İstanbul’da, bir Yahudi ailesinde dünyaya geldim. Genetik, biyolojik yapı bir tarafa, içinde bulunduğum çevrenin etkisi altında yetiştim, yetişiyorum. Başta ailem olmak üzere, çevremin iyi olduğuna inandığı bir şekilde, yetiştirildim. Kaldı ki bir bireyin yetişmesi, sanıyorum ki matematik işlemleri gibi kâğıda dökülemeyecek bir olgu. İnsanlık tarihinin gösterdiği yol ve dünyayla etkileşimlerimin ışığında bugünlere kadar geldim, hep beraberce geldik. Yarın ne olur işin özünde bilemiyoruz, sadece tahmin edebiliyor ve temenni de bulunabiliyoruz.
İnsanın benliği muazzam bir yapı… Şu dünyayla olan etkileşimlerimiz ve genetik temellerimiz doğrultusunda bir bilinç düzeyimiz oluşuyor ve psikiyatrlar için hazine niteliğinde bir bilinçaltı… Gündelik hayat içerisinde, kimi zaman basit hayatlar yaşadığımızı düşünüyoruz; ama ruh dünyamızda olup bitenler çoğu zaman bir fırtınadan ibaret! Belki de şu "basitlik" lâfın gelişi; dosdoğru söylendiğinde insanın kendisine kolay kolay "basit" kelimesini yakıştırabileceği kanısında değilim.
Hayat veya insanın ayaklarının üzerinde durması dediğimiz kavramlar da basit konular değil. Çocukluğun o sevimli yıllarından çıkıp da bir üniversite telaşı, ardından askerlik, iş, ev, hayattaki amaçlar, dürtüler ve motivasyonlar, bize verilmiş değerler ve yönelmek istediklerimiz… Yaşadıklarımız ve acı-tatlı tecrübelerimiz… Hepsini bir potada eritiyoruz, benliğimizde… Kabullendiklerimiz, hoşumuza gidenler bilinç düzeyinde; kalanlar, istemediklerimiz ise bilincin dışında bir yerlerde… Ara sıra rüyalarda karman çorman resimlerle bize bir göz kırpıyor, ilginç bir film seyrettiriyor bilinç dışında attıklarımız…
Çağrışımlarımı çok dağıtmadan, ana konuya dönmek istiyorum. Belki biraz fazlaca psikolojiye değindim; ama gündelik hayatımızı sürdürebilmemizdeki sır biraz da orada yatıyor gibi… Neden bir gün daha coşkulu kalkarız yataktan ve diğer bir gün oldukça keyifsiz? İsteklerimize kavuşmak yolunda ödememiz gereken birtakım bedeller var; ama bu süreçte yapamadıklarımız ve kaybettiğimiz zamanlar. Yaşlar boncuk taneleri gibi yan yana diziliyor; hayatın hangi bir parçasını yerleştirebileceğiz şu boncuklardan oluşan kolyeye? Hadi ben gencim, yaşım ne başım ne; ama belli bir yaşa gelmiş insanlar için de empati kurmak gibi bir şansım yok mu? Neticede, herkese açık bir gazeteyiz, birçok okura hitap ediyoruz…
Cümlelere dökersek, kabaca ayakta durmanın yolu iyi para kazanmak, iyi bir evlilik yapmak, iyi bir iş sahibi olmak, hayatınızdaki serbest zamanları iyi değerlendirmek… Bize öğretilenler ve toplumumuzun beklentileri bu yönde ve topluma büyük ölçüde katılıyorum. Ne yazık ki kabaca yazmakla olmuyor kimi zaman; çünkü gündelik hayat biraz da ince detaylarda gizli… Günleri, ayları, yılları birleştirdiğimizde kuşkusuz bir portre çizeceğiz… Genel hatlar ve ince detaylar arasında da bir dengeyi bulmak gerekli… Dengeyi kuramazsak, yukarıda sözünü ettiğim psikoloji anlayışı çerçevesinde, patolojik yönden incelemeye değer bireyler olacağız. Aynı çerçevede normal olanla olmayanın sınırı da zaman zaman karışıyor gibi… 
Düşünce tartışmalarına, köşemizin sonuna geldiğimiz için, bir sonraki sayıya kadar ara verelim. Ayakta durmanın sırrı, bizden beklenen sorumluluklarını yerine getirmekte… Baştan beri biliyorum bunu; ama ben yine de bu çaba için harcadığımız enerjinin sahibine, "insana" bakmak istedim. Ne derseniz, sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz kadar, insanı anlamak da ayakta daha iyi durabilmek adına önemli bir yol değil midir?