HOLOKOST ve ARAPLAR – 2

Dini eğitimdeki eksiklerinden dolayı Osmanlı döneminde adı bile anılmayacak olan Hacı Emin el-Hüseyni, Kudüs’ün ileri gelen bir ailesinden olması, temsil etmesi beklenen toplumu yönlendirebilecek karakteri dolayısı ile 1921’de Kudüs Müftülüğüne atandı. Yıllar geçtikçe, el-Hüseyni siyasi rakiplerini Yahudilerle işbirliği yapmakla suçlayacak, hem de Filistin’deki Arap milliyetçiliğinin içine artan şekilde din unsurunu yaymaya başlayacaktı.

Marsel RUSSO Perspektif
3 Haziran 2020 Çarşamba

1921’de Londra Hükümeti tarafından Filistin Manda İdaresinin genel valisi olarak atanmış Sir Herbert Samuel tarafından, Kudüs Müftülüğüne getirilen Muhammed Emin el-Hüseyni, henüz 26’sında, dini eğitimi şüphe götüren bir kişiliktir. 1920 yılı eylemlerdeki rolü nedeni ile gıyabında on yıllık bir cezaya çarptırılır, ancak sonrasında affa uğrar…

Dini eğitimdeki eksiklerinden dolayı Osmanlı döneminde adı bile anılmayacak olan Hacı Emin el-Hüseyni, Kudüs’ün ileri gelen bir ailesinden olması, temsil etmesi beklenen toplumu yönlendirebilecek karakteri dolayısıyla politik bir kararla, atanır Kudüs Müftülüğüne…

1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütünün kurucularından ve ilk başkanı olacak Ahmet Şukeyri anılarında, Emin el-Hüseyni’den önce Filistin’deki Arap halkının temsilcisi olan Musa Kazım el-Hüseyni hakkında ne denli iyi konuşursa, yakın akrabası Emin El Hüseyni hakkında o kadar kötü beyanlarda bulunur. “Halk Musa Kazım’ın arkasından ağlamıştı (…) oysa, Emin el-Hüseyni halkı böldü, aileler arasına husumet soktu, insanları ağlattı” diye yazar…[1]

Arap milliyetçiliğine din unsurunu katan isim

Göreve getirişinin ilk yıllarında Emin el-Hüseyni henüz radikal fikirlere saplanmamış bir portredir. 1926 yılında Mekke’de düzenlenen ilk İslam Konferansında tanışacağı Arap Yarımadasının yeni patronu Suudi Kral Abdülaziz’in telkinleri ile bir yandan, Ürdün ötesi Haşemi Kralı Abdullah’a sıkı hasım, öte yandan Londra Hükümetine olabildiğince yakın bir profil çizecektir. Ancak her durumda, Yahudi nüfusun Filistin manda bölgesine olan ilgisinden hep rahatsızlık duyacaktır. 

Yıllar geçtikçe hem Halidiler ve Naşaşibiler gibi siyasi rakiplerini Yahudilerle işbirliği yapmakla suçlayacak, hem de Filistin’deki Arap milliyetçiliğinin içine artan şekilde din unsurunu yaymaya başlayacaktır. O döneme ışık tutan bazı Arap tarihçiler, ulusal Arap hareketinin esas itibarı ile hep seküler kaldığını, Emin el-Hüseyni’nin, dini kimliğine rağmen, toplum tarafından salt politikacı olarak görüldüğünün altını çizer[2].

Emin el-Hüseyni’nin 1931’de Kudüs’te topladığı İslam Konferansı birçok Arap siyasetçi tarafından boykot edilir. Müftü’nün İngilizlerle olan ilişkilerini ve elinde tuttuğu gücü kendi şahsi çıkarları için kullandığı iddiası Arap milliyetçiliği için bir kırılma noktası olur. Toplantı sonrasında kurulan İstiklal Partisi, bu anlamda el-Hüseyni’ye ciddi muhalefet edecektir. İstiklal Partisi Arapça konuşan halkların tek devlet yapısı altında birleşmelerini, bölgedeki istikrarın ancak o zaman sağlanabileceğini savunmakta, birliğin Britanya tarafından Irak Kralı olarak atanan ve tanınan Faysal’ın erki altında toplanması gerektiğini ifade etmektedir.

Hatırlatmak gerekirse, Hicaz Emirinin büyük oğlu Faysal, I. Dünya Savaşı sonrasında Paris’te toplanan barış konferansında Arap heyetine başkanlık etmiş, 1920 San Remo Konferansı ile şekillenecek yeni Ortadoğu’da, Suriye’nin Fransız kontrolüne bırakılması ile çok arzuladığı Büyük Suriye Kralı olmak yerine Irak Kralı olmakla yetinmek zorunda kalmıştı... Savaş yıllarında Arap gençliği tarafından lider olarak kabul edilen Faysal, kral olmasından sonra göreceli sessizliğe bürünecek, destekleyicilerini derin hayal kırıklığına uğratacaktır.

Bu anlamda, Müftü ile İstiklal Partisi en başından itibaren gergin ilişkiler içinde bulunacak, İstiklal Partisinin Haşimi soyundan gelen Faysal’ı ön plana çıkartması ile el-Hüseyni’yi İngilizlerle işbirliği yapmakla suçluyor olması, aralarındaki çatışmanın temelini oluşturacaktır.

Gerçekten de İngilizler Müftü’nün başında bulunduğu Yüksek İslam Konseyine destekler yaklaşacak, Müftü ise Arap halkının savaşma hırsını İngilizlerden ziyade Yahudilere yönlendirecektir. İstiklal Partisi bu dönemde İngilizlere karşı kitlesel protesto hareketleri düzenlerken, karşılarında Manda idaresinden büyük baskılar görecek, üyeleri tutuklanacak ve sürgün edileceklerdir. 

Nasyonal Sosyalizm döneminde Arap milliyetçiliği

Tam bu zamanlarda, Nasyonal Sosyalizmin Almanya’yı teslim aldığı o dönemde, Müftü’nün destekçileri Filistin Arap Partisini kuracak, 1936’dan itibaren etkisini göstermeye başlayacak Arap isyanının kapısını aralayacaklardır.

Dağlara, tepelere, sokaklara yayılmaya başlayan Arap milliyetçiliğinin, Alman halkının dokusuna nüfuz etmeye başlayan Nasyonal Sosyalist harekete bakışı nedir? Hitler’in, I. Dünya Savaşı sonrasında imza altına alınan Versailles Anlaşmasına karşı çıkması ile, Arapların, “Filistin’i Yahudilere terk ettiğini” iddia ettikleri Balfur Deklarasyonuna karşı çıkmaları arasında, kurdukları benzerlik ne kadar gerçekçidir?

Dönemi inceleyen ve bu konuda yazan Arap tarihçilerine göre, Nazi ideolojisi pür antisemit argümanlara dayanır ve asırlar boyu Avrupa toplumlarının bağrında biriken Yahudi düşmanlığından beslenir. Oysa Filistin Arapları içinde Yahudi düşmanı olan yoktur. Hatta Araplar, Doğu Avrupa’da yaşanan Yahudi düşmanlığına nefret ile yaklaşmakta, pogromları, zoraki sürgünleri onaylamamaktadır. Onlar, Balfur sonrası bu topraklara gelip yerleşen Siyonistlere karşıdırlar, onları emperyalist Avrupa’nın bölgedeki maşası olarak görmekte ve bu topraklara besledikleri ihtiraslarını, kendi varlıklarına tehdit olarak algılamaktadırlar. 

İşin bir ucu buradayken, antisemitizmin Yahudi kimliğine, dolayısı ile milliyetçiliğine olan nefreti körüklediğinin inkarı, diğer ucunu gösterecektir. Araplar için Yahudi ile Siyonist arasındaki fark diri, Nazi ideolojisinde yer bulmayan bir farktır. Bu anlamda Araplar, kendi kontrolleri altında yaşayacak, devlet kurma fikrini benimsemeyen Yahudilere kesinlikle karşı çıkmazken, Hitler ve yandaşları, Siyonist girişime koz veren, Alman Yahudilerini, doğup büyüdükleri topraklardan kovarak, Filistin’e gitmelerine göz yuman, bu konuda Siyonistlerle işbirliği [3]yapan bir görüşün savunucu ve uygulayıcılarıdırlar.

Bu anlamda, Nazizm’in tarihe dayattığı yıkımla aynı paragraf içinde anılmak istemeyen bazı Arap tarihçi, siyasetçi ve düşünürleri, Müftü Emin el-Hüseyni’nin savaş esnasında Roma’da Faşist lider Mussolini ile ve sonrasında Berlin’de Hitler ile yaptığı görüşmelere “kendi tasarrufu idi” argümanını öne sürerek, o dönemlerde onu, Filistin’den kaçarak sürgüne giden bir hain olarak gördüklerini ifade ederler. 

Beri tarafta, söz konusu görüşmelerde Müftü’nün, SS birlikleri içinde savaşacak Arap taburları kurulması fikrini, ölüm kamplarına olan ziyaretlerini, “Britanya ve Sovyet orduları içinde Almanlara karşı savaşan milliyeti ne olursa olsun, Müslüman unsurların, kendi ordularına karşı kışkırtılması ve saf değiştirmeye zorlanması” projesini, görmezden gelirler… Bunun Arap halkını ve ulusal Arap davasını temsil etmediğini ifade edeceklerdir. 

Oysa Müftü’nün görüşleri tam yerindedir: Hem Almanlara karşı savaşan İngilizlere hem de kendilerine Filistin topraklarında bir yaşam kurmaya çalışan Yahudilere karşıdır. 1939 Mayıs’ında yürürlüğe giren McDonald Beyaz Kitabını, tüm Arap yanlısı maddelerine karşın geri çeviren yaklaşım onunkidir. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı işlemeye başlamıştır.

Dönem ile ilgili kitapların birinde, Filistin Manda İdaresi nezdindeki Alman Konsolosu Heinrich Wolff’a atfen şöyle kayıt düşülmüştür: “Arap liderler, 1933 Almanya’sındaki durum hakkında olumlu görüş bildirmekte gecikmez. Müftü, Wolff’a, yalnızca Arapların değil, tüm Müslüman âleminin Almanya’daki yeni rejimi heyecanla izlediğini ifade eder. Aynı zamanda, Nazi ideolojisinin Yahudiler hakkındaki düşüncelerini, bu meyanda Yahudi ürünlerinin ve işyerlerinin boykot edilmesi fikrini desteklediğini, bu adımların tüm İslam aleminde atılması gerektiğini söyler. Bu arada, Almanya’dan kovulan Yahudilerin Filistin’e gönderilmesine mani olunması gerektiğinin de altını çizer. Wolff, 1933 yılına ait raporunda, Filistin’deki Arap liderlerinde oluşan, Nazi Almanya’sının Filistin’deki Arap tedirginliğine çare olabileceği fikrinin yabana atılmaması gerektiğinin altını çizer…”[4]

Aynı raporda Wolff, Arap milliyetçilerinin Almanlardan beklentilerini naif bulduğunu da belirtecektir. Alman tarafında benzer bir görüş, Müftü ile görüşmesinin ardından Hitler’de de oluşacaktır. Filistin’in Yahudilerden arındırılması başlığı altında, Müftü’nün Hitler’e sunacağı öneriler, Führer’in ilgisini çekmekten uzak bir fantezi olarak Alman kayıtlarında yerini alacaktır.



[1] Ahmet Şukeyri Anıları, Beirut, 1969 – S.142 (The Arabs and The Holocust)

[2] Bayan Nuvayhid El-Hüt, 1917-1948 arası Filistin Siyasi Tarihi

[3] Nazi Almanyası ile DSÖ arasında imzalanan Ha’avara anlaşması, Alman Yahudilerinin bir bedel karşılığında Filistin’e gönderilmelerine ve servet nakline olanak sağlayan bir anlaşmadır. Yişuv liderliği, Alman Yahudilerini, kendilerini bekleyen yıkımdan kurtarmak için böylesi bir anlaşmaya gitmiş, ancak toplumun çok küçük bir kısmını ikna edebilmiştir.

[4] Francis Nicosia, “Third Reich and the Palestine Question”  S. 85-86

 

 

 

**