Başyapıtın hak etmediği bir yorum ‘Keşanlı Ali Destanı’

“Yoksa sen de bencileyin saf mısın ey ahali, bizim kadar kolayca kanar mısın ahali…”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
26 Şubat 2020 Çarşamba

1964’te Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosunun ‘Keşanlı Ali Destanı’nın Muammer Karaca Tiyatrosundaki ilk sahnelenmesini izlediğimde uzun süre oyunun etkisinden kurtulamamıştım. 60 kadar karakterin 18 oyuncu tarafından değişe değişe oynandığı Keşanlı Ali Destanı’nı bu kişiliklerden İzmarit Nuri ile Politikacıyı da üstlenen Genco Erkal’ın yönettiği, Engin Cezzar’ın Keşanlı Ali’yi, Gülriz Sururi’nin Zilha ile Nevvare’yi ve Semiha Berksoy’un Şerif Abla’yı canlandırdığı bu olağanüstü prodüksiyon Türk tiyatrosunda bir milattı. Metin, çoklukla kullanılan ‘İlk Türk Epik Oyunu’ ya da ‘Epik Halk Tiyatrosu’ ifadelerinin ötesinde, çok katmanlı yapısıyla bugün bile çağının çok ilerisinde bir çalışmaydı 

Haldun Taner, Brecht’in, “Sahnedekinin bir oyun olduğunu seyirciye hatırlatmak, izleyiciyi gözlemci yaparak onu etkin konuma sokmak ve bir yargıya vardırmak” amacıyla önerdiği yabancılaştırma efektini, geleneksel tiyatromuzda var olan göstermeci öğelerle destekleyip zenginleştirerek, başta Şerif Abla olmak üzere, sahnedekilerle seyircileri mantıksal ve düşünsel açıdan interaktif bir ilişkiye sokuyor, varoşlarda filizlenen aşk hikâyesinin üzerinden dönemin toplumsal çarpıklıklarını o keskin eleştirel bakışıyla yansıtıyordu.

(Tabii ki, Haldun Taner, güldürürken o hınzır mizah duygusuyla yarım yüzyıl önce neleri eleştirmişse, bunlar günümüzde maalesef aynen, hatta katlanarak devam ediyor.)

Taner’in olağanüstü metnini, Yalçın Tura’nın, oyunun bütün sonraki sahnelemelerinin, sinema ile televizyon uyarlamalarını olmazsa olmazına dönüşen, Anadolu Türküleriyle oyun havalarından ve çağcıl tınılardan esinlenmiş, kimi zaman uçarı, kimi zaman ciddi ama her dem nefes kesici müziği tamamlıyordu.

Bir Türk tarafından yazılmış, besteleri bir Türk tarafından yapılmış, öyküsü, müziği, folklor grubu ve korosuyla her şeyi bizden ‘ilk Türk müzikali’ Keşanlı Ali Destanı, tiyatromuzda bilet karaborsasını başlatması ve yurt dışına turneye çıkan ilk Türk özel tiyatro oyunu olmasıyla da farklı bir ‘ilk’ oluşturuyordu.

Benzersiz metni, henüz olağanüstü kariyerinin başlarındaki gencecik Genco Erkal’ın müthiş sahnelemesi, müziği, koreografisi, nefes kesici oyunculuklarıyla prömiyer gecesinden itibaren bir tiyatro efsanesine dönüşen oyun 1970’e gelinceye kadar Türkiye’nin büyük kentlerinde toplam 493 kez sahnelenir, çağcıl Türk tiyatrosunun temel taşlarından biri olarak çeşitli topluluklar tarafından defalarca oynanır, sinema ve TRT için iki kez mini dizi olarak uyarlanır.

Keşanlı Ali Destanı, yoksul, sahipsiz, ezilen insanların yaşadığı büyük kentin Sineklidağ varoşunda geçer. Çamur İhsan’ı öldürmekten hapse düşen Keşanlı Ali, aftan istifade ederek çıktığında, Sinkelidağ’a bir kahraman olarak döner. Ona düşmanca davranan, Çamur İhsan’ın yeğeni Zilha’ya vurgun olan Ali, aslında o cinayeti işlememiştir ama ‘mertlik belâsı’, gerçeği açıklamadan efsaneyi sürdürmek zorundadır. Muhtar seçilerek Sineklidağ’da yeni bir düzen oluşturduğunda, şef olarak toplumuna, insan olarak da aşkına olan sorumluluğun arasında kalır. Varlıklı bir iş adamının kendisini terk etmiş olan karısına tıpatıp benzediği için Zilha’ya tutulması işleri iyice karıştırır. Sonuçta, her şey tatlıya bağlanmak üzereyken efsane gerçeğe galebe çalar ve Ali kendi destanının kurbanı olur…

Zarafeti, nezaketi, nüktedanlığı, duruşu ve hatta beden diliyle has bir İstanbul beyefendisi olan Haldun Taner, varoşlarda doğup büyümüşçesine kondu yaşamının ruhunu kavrar, varoş insanlarının aşklarını, eğlencelerini, umutlarını, hovardalıklarını, fukaralıklarını, acılarını, fevri duygusallıklarını ve çıkar çatışmalarını capcanlı yansıtır: “Bu ırklar karışımı diyalektler panayırının insanları yıkılmak ve sürülmek korkusuyla hep diken üzerinde otururlar; her birinin gönlünde bir aslan, kursaklarında boğum boğum özlemler yatar...”

 

Pervasız Tiyatro’dan yeni sahneleme

Keşanlı Ali Destanı uzun bir aradan sonra Yücel Erten yönetmenliğinde, orijinal metni ve Yalçın Tura’nın müziğiyle, Birce Akalay, İlker Ayrık, Meral Çetinkaya, Köksal Engür, Nilgün Kasapbaşoğlu ve Aykut Taşkın’lu kalabalık oyuncu kadrosuna on kişilik bir orkestranın eşlik ettiği bir Pervasız Tiyatro yapımı olarak tekrar sahneleniyor. Dekorunu Barış Dinçel, kostüm tasarımını Gamze Kuş, ışık tasarımını Yakup Çartık, müzik direktörlüğünü Çiğdem Erken üstlenmiş.

Bir özel tiyatronun, modern Türk tiyatrosunun geniş kadro ve masraflı prodüksiyon gerektiren bir başyapıtını sahneleme çabasını saygı ve hayranlıkla karşılıyor, özellikle izlememiş olan kuşaklar için bu çok önemli eseri yeniden sahneledikleri için tebrik ve teşekkür ediyorum.

Keşke, sadece yaratıcı dehasına güvendikleri için, topluluğun genç oyuncusu Genco Erkal’a emanet eden Gülriz’le Engin’in 56 yıl önce yapmış oldukları gibi, sahneleme görevini, bu olağanüstü metnin hakkını verecek daha yaratıcı bir yönetmene verselerdi!

Yücel Erten, tiyatroyu bilen, seven, titiz bir yönetmen ama, oyunun basın bülteninde yazıldığı gibi bir efsane değildir. Bir yaratıcı deha olduğu da söylenemez. Oyunu 2006’da İBBŞT’de yaptığına pek bir şey eklemeden, kendini tekrarlayarak sahneliyor. Yine 1950’lerin gecekondu mahallesinin meydanında Las Vegas’dan ışınlanmış gibi duran para makinesinin absürt ötesi varlığı, yine Lutfiye-Remziye-Raziye üçlüsünün iyice şişmanlatılmış üç erkek oyuncuya oynatılması, yine orkestrayı fonda tam karşıya alarak sahne derinliğinin yok edilmesi.

Sahne derinliği yok edilince, başarılı sahne tasarımcısı Barış Dinçel, Sineklidağ’ı var edemediği gibi, koronun çarpıcı “Sineklidağ burası / Şehre tepeden bakar. Ama şehir uzakta / Masallardaki kadar” girişi de anlamsızlaşarak etkisini yitiriyor. Buna karşın, sahnenin elverişsizliğinin, zengin evini tasarımının fukaralığına ve düğün kostümlerinin sakaletine gerekçe olamaması gerektiğini düşünüyorum

Uzun yıllar Devlet ve Şehir Tiyatrolarında çalışan Erten’in, opera, operet ya da müzikallerde orkestranın enstrümanların sesini biraz boğarak, solistlerin sesini ezmesini engellemek için sahnenin altına uzanan bir ‘çukurda’ konuşlandırıldığını bilmemesine imkân yok.

Fonda merkeze alınan orkestra sadece sahneyi iki boyutlu olarak kullanmaya zorlamıyor, müziği öne çıkararak, zaten hacimli sesleri olmayan oyuncuların şarkılarının anlaşılmasını, solistlerin sesinin duyulmasını engelliyor.

Pek ‘keyfe keder’ sayılmasalar da, buraya kadar takıldıklarım mizansen yorumları olarak tartışılabilir, üzerinde konuşulabilir ayrıntılar. Ama sahnelemenin kesinlikle kabullenilemeyecek daha büyük kusurları var.

En önemlisi, Erten’in, Haldun Taner’in ‘epik’ anlatımını tamamen dışlayarak oyunu ‘dramatik’ sahnelemesi. Gecekonduluların yaşamlarını kendi ağızlarından izleyicilerle paylaşıldığı interaktif boyut yok olunca, karakterler yüzeysel tiplemelere dönüşüyor ki, bunun Taner’in metnine fiilen ihanet olduğu kanısındayım.

Taner’in anısına ve metnine ihanet demişken, basın bülteninde orijinal metin ifadesine karşın, ikinci bölümün başlarında, seçim döneminde Ali’den oy istemeye gelen politikacı ile onun hınzır şarkısı ‘İnsanın Ceddi’nin yok edilmesine ne demeli?! Metinde hiçbir kısaltılmaya gidilmemişken, sadece bu çok keyifli sahnenin kesilmesi oto sansürü düşündürüyor ki, bu ihanetten de vahim. Umarım yanılıyorum.

Sahnelemenin bir diğer hatası Ali karakterinin yorumlanmasında. Ali, işlemediği bir suçtan hapse girerken, Zilha’sını göremeyeceği için üzülen biridir ama, hapiste öğrenmiştir ki, “Bu toplumda sessiz, sakin, efendi olursan her zaman dayak yer, ezilirsin; ama terbiyesiz, güçlü, zalim, ne dediğini bilmeyen biri olursan, o zaman saygı görürsün.” Yücel Erten’in Ali’si, hapishane eğitiminin katı, hinoğlu hin, fırsatçı, hatta zalim birine dönüştürdüğü Haldun Taner’in Ali’sine göre silik, yumuşak, yüzeysel kalıyor. Bu ağlak oğlanın Sineklidağ’ı demir yumrukla yönetmesi, finalde gerçek bir ‘kahramana’ dönüşmesi izleyiciyi inandıramıyor. Çok iyi bir oyuncu olan İlker Ayrık bu tutarsız ve derinlikten yoksun karaktere kendi de inanamadığı için Ali’yi var edemiyor. Erten Nevvare’yi pek önemsemediği için, başarılı Zilha yorumuna karşın, antitezine pek ruh katamayan Birce Akalay’ın aslında Nevvare’nin ruhu olan ‘Kadın Deniz Gibidir’i, sadece ruhsuz bir şarkı olarak kalıyor.

Canla başla çalışmalarına karşın yüzeysellik bütün oyunculukları etkiliyor. Hiçbirinin Yalçın Tura’nın şarkılarını söyleyecek düzeyde sesinin olmayışına, mikrofonlar yüzünden tınıların madenileşmesi eklenince sonuç pek de parlak olmuyor.

‘Epik’ oyunculuğu bilen daha yaşlı kuşak, yönetmenin ‘anti-epik’ tutumuna karşın, başarılı performanslarıyla durumu kurtarmaya çalışıyor. Semiha Berksoy’dan Güzin Özipek’e, Suna Selen’den Suna Pekuysal’a pek çok ünlü oyuncunun kendine mal etmiş olduğu Şerif Abla’ya Meral Çetinkaya, kişisel, keyifli ve çok parlak bir yorum getiriyor. Dört dörtlük oyunculuğu ve kusursuz Ermeni şivesiyle Nilgün Kasapbaşoğlu çok başarılı bir Madam Olga. Köksal Engür hem çok iyi bir Derviş Dayı, hem de Sarhoş Rasih’in şarkısını keyifli tatla söylüyor. Koronun seslerinin uyumunu, Hamit Erentürk’ün ‘Irklar Karışımı Diyalektikler Panayırını’ başarıyla yansıtan koreografisini de unutmayalım.

Özellikle hiç sahnede seyretmemiş olanlar, Haldun Taner’in 56 yılda tek kırışık almadan güncel ve taptaze kalmış müthiş metni ile Yalçın Tura’nın dün bestelenmişçesine modern müziği için izlemeli derim. Ben çok yanlış yönetildiği kanısındayım ama, tabii ki son karar izleyicilerin. 29 Şubat, 7, 27 Mart TİM Show Center’de. Hepinize iyi seyirler dilerim.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün