Sosyal Bilimlerle Düşünmek

Perspektif
11 Aralık 2019 Çarşamba

Selim Yuna

 

Evet, demokrasiden çıkış var; evet, popülizm dünyaya yayıldı; evet, eşitsizlik her yerde; evet, işsizlik ciddi bir problem! Bu olgular, burada sayamadığımız diğerleri ile günümüzün en çok dile getirilen sorunlarından birkaçı. Bunların her birinin nedenlerini sosyal bilimlerin çeşitli alanlarının bize sunduğu yaklaşımları tek tek ve/veya bir arada kullanarak açıklamak mümkün. Özetle ve temelde, günümüz için neo-liberalizmin bekleneni veremediğini, kapitalizmin de derin bir kriz içinde olduğunu söyleyerek konuyu başka bir zamana bırakabiliriz.

İlk cümlede saydığımız meseleleri gündeme taşıyan, tartışmaya ve çözmeye çalışan toplumsal hareketlerin varlığı bize, gelişmenin ve değişimin her zaman her yerde olabileceğini gösteriyor. Dahası toplumsal meselelerin ebedi kategoriler ve yanılmaz kurallarla açıklanamayacağını da hatırlatıyor. Yani, herhangi bir toplumsal meseleyi tartışırken cümlelerin sonuna getirilen “Kural budur”, “Bu kadar basit”, “Neyi tartışıyoruz ki” gibi öğretici hiçbir katkısı olmayan, despotik çekiç vuruşlarına ve karakter suikastlarına karşı dik durmamızı ve başka bir bakış açısı olabileceğini ifade etmemizi de öğütlüyor.

Bu tip bir yaklaşımı en açık ortaya koyan alanlardan birisi Tarihsel Sosyoloji. Ezberimizin olayları açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarda, kozmik güçlere veya komplo teorilerine atıf yapmak yerine, toplumsal gelişmenin ve değişimin motoru olarak tesadüfi faktörlerin etkisini anlamaya çalışmak bu alanın çabalarından sadece bir tanesi. Alexander Anievas ve Kerem Nişancıoğlu tarafından kaleme alınan ve 2015 yılında basılan ‘How The West Came To Rule’ başlıklı kitabın tarihsel analizlere katkısını bir örnek olması açısından bu yönde değerlendirmek mümkün. Yazarların, Troçki’nin Eşitsiz ve Bileşik Gelişme kavramını Batı’nın yükselişine uygulama şekilleri çok canlı bir örnek. Mesela, uzun 13. yüzyılda Batı ve Doğu arasında gerçekleşen alışverişin nasıl olabildiğini anlatırken, Moğolların ticaret yollarında sağladıkları barış dönemini bu teoriye dayanarak öne çıkarmış olmaları ilginç.

Tarihsel yöntemin toplumsal olayları anlamak için Hegel tarafından ortaya atılmasından bu yana literatürde yaşanan gelişmeler, araştırmacıların ve okuyucuların hem zihinlerini açıyor hem de onları yeni metotlarla donatıyor. Hegel, analizinin merkezine ulus devlet kuramını ve diyalektiği yerleştirmişti. Ulus devlet kuramındaki dertleri fark eden Marx ise, analizinin merkezine sınıfları almış ve tarihin sınıfsız topluma akışını, sınıflar arasındaki karşıtlığa bağlayıp tarihin maddeci ve ekonomik yorumuyla diyalektiği daha etkili bir yöntem haline getirmişti. Bu mecradan ilerleyerek zenginleşen literatür, günümüzde gelinen aşamada, toplumsal meseleleri çarpıcı bir biçimde anlatan, yukarıda bahsettiğim kitap gibi metinlerle bize ulaşıyor. Bu metinleri çözümlemek, temel yaklaşımlarını anlamak oldukça aydınlatıcı. 

Günlük meselelere ilişkin tartışma ortamları sığlaştıkça daha geniş, provokatif ve düşündüren perspektiflere ihtiyacımız var. Sosyal bilimlerde bu repertuarın geniş olması ve gönüllü olanı öğrenmeye, bazılarını da yeniden öğrenciliğe davet etmesi iyi bir fırsat. Değerlendirmekte yarar var.   

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün