“Bıraktılar, Kaçtılar”: Manda idaresinde sona doğru

II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda Filistin topraklarındaki Manda İdaresinin artık İngiltere için bir yük olmaya başladığı aşikardı. Britanya çekilecekti, ancak prestijini korumak için geçerli bir sebep göstererek çekilmesi gerekiyordu.

Marsel RUSSO Perspektif 1 yorum
27 Kasım 2019 Çarşamba

1930’ların ikinci yarısında Filistin Manda İdaresini meşgul eden Arap İsyanı, Yahudilerle Arapların kesin bir şekilde uzlaşmaya giremeyeceğini göstermişti İngilizlere… Yalnızca çatışma ortamı, kimin bu topraklara sahip olabileceğini belirleyecek gibi duruyordu. Böylesi bir gerçeklik karşısında Londra hükümetinin Manda İdaresini devam ettirme inadı içinde olması pahalıya patlayacaktı. Britanya 1939 savaşından galip çıkmıştı ancak zaferi dahi imparatorluğunu kurtarmaya yetmeyecekti. Hindistan sallanıyordu!1 Filistin’de de benzer bir son kaçınılmaz gibiydi.

Arap İsyanı İngilizleri Filistin’den soğutmuştu. Gerçi Manda İdaresinden vazgeçme fikri çoktan dillendirilmeye başlanmıştı. Gelin görün ki Avrupa’daki savaş, eğilimin fiili hale gelmesini geciktirmişti. Balfur Deklarasyonunun üzerinden geçen 30 yıla yakın sürede, Yahudiler, sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri anlamda ‘buralı’ olmuşlardı. Gerçi bağımsız bir Yahudi devleti kurma konusunda kesinleşmiş bir takvim yoktu, ancak işin oraya doğru gittiğini görmemek mümkün değildi.

Bu anlamda, zaman zaman ifade edildiği gibi, Yahudi devletinin kuruluşunu Holokost’a bağlamak ne kadar doğru bir düşünce olur? Doğal olarak, yaşanan olayların yarattığı travma, dehşet ve dünya uluslarının kendilerini sorgulamaları, Yahudilere büyük bir sıcaklık ve sempati ile yaklaşmalarına neden olmuştu, o kadar!

Öte yandan, Avrupa Yahudilerinden geri kalanlara, kendi ülkelerine dönmeleri ile Filistin’e göç etmeleri haricinde pek bir seçenek bırakılmamıştı. Açlık, yıkım, antisemitizm ve komünizmin pençesine düşmüş yurtlarına dönmek, çoğu Yahudi için söz konusu değildi. Son tahlilde, Filistin’e göç kimileri için bir tercih kimileri içinse bir mecburiyet olmuştu2.

Amerikan Başkanı Truman, Avrupa Yahudilerinin Filistin’e yerleştirilmelerini destekliyordu. Keza, aralarında Balfur Deklarasyonunun mimarlarından Sir Herbert Samuel’in de bulunduğu bazı Britanyalı diplomatlar ve bürokratlar da bu fikre sıcak bakıyorlardı. Ancak Londra hükümeti, başta savaş sonrası dönemin Dışişleri Bakanı Ernest Bevin olmak üzere, buna karşı çıkıyordu. Bevin ve onun gibi düşünenler, katliamdan kurtulan Yahudilerin, bir rehabilitasyon sürecinden sonra, kendi ülkelerine yerleştirilebileceklerini öngörüyordu.

Filistin’deki Araplar da, isyan günlerinden kalma düşüncelerinden taviz vermiş durumda değildi. Madem Yahudilerin nereye yerleştirilecekleri gibi insani bir sorun vardı ortada, bu Avrupa ülkeleri tarafından düşünülmeliydi. Oysa altyapısı tamamen yıkılmış Avrupa, bünyesinden Yahudi düşmanlığının en yoğununu çıkartmış Avrupa, hayata tutunmayı başarabilmiş Yahudilere nasıl bir ev sahipliği yapabilirdi? Yahudi nüfusu kendi içinden söküp atmak için Nazilerle işbirliğine giren ya da bir şey olmuyormuşçasına davranan Avrupa, onlara yeniden kucak açabilir miydi?

Gerçi, Sovyet Rusya’nın kontrolü altında kalan doğu Avrupa ülkelerindeki – daha doğru bir deyişle, Doğu Blokundaki – Yahudilerin, Filistin opsiyonları pek fazla olmadı. Onlar, Stalinizmin pençesinde yaşamak zorunda kaldı.

Britanya yönetiminde fikir ayrılıkları

Yahudi Ajansı ve Ben-Gurion, İngilizlerin çekilmesini çok da arzulamamaktaydılar. Böylesi bir kararın oluşturacağı girdaba, olası çatışma ortamına hazırlıklı değillerdi. Zaman kazanmak, bu süreç içinde, savunma sistemini oluşturmak Yahudiler için elzemdi. Öncelikle Bevin’in desteğini almak önemliydi.

Bevin ve işbaşındaki İşçi Partisi hükümeti, Yahudilerin Filistin’e sahip çıkmaları durumundan hoşnut değillerdi. Oysa Ben-Gurion’a göre, Londra hükümetleri ile Yahudi Ajansı arasında, savaş öncesinde ve sonrasında sağlanan işbirliği dillere destandı. Ve sonuç itibarı ile Filistin toprakları boştu… Kimselerle karşılaşmadan, bu toprakları bir ucundan diğerine kat etmek mümkündü: “Burası insansız bir topraktı ve topraksız insanlar için idealdi…”

Britanya basını da sabırsızdı… “Yönet ya da Terk Et!”; “Çocuklarımız Ölmeli mi?”; “Çıkmamızın Vakti Geldi!” gibi manşetler, hükümetin üzerindeki kamuoyu baskısını arttırıyordu. Evet, Britanya çekilecekti, ancak geçerli bir sebep göstererek çekilmesi gerekirdi. Yoksa “bıraktılar – kaçtılar” algısı oluşabilirdi ve bu savaş sonrasındaki o dönemde arzulanan bir durum olmayacaktı.

Başbakan Attlee, bölgede kalmanın Britanya’yı askeri ve ekonomik açıdan sıkıntıya sokacağı, kendilerine bir stratejik faydası olmayacağı fikrindeydi. Dışişleri Bakanı Bevin, Sovyetlerin bölgeye sarkacağını ve bunun Britanya’nın uluslararası prestijini zedeleyeceğini düşünmekteydi. Sömürgeler Bakanı Creech Jones, Yahudilerin ılımlı kanadının desteklenmesi ve Filistin’den çıkılmaması gerektiğini iddia ediyordu. Eski Başbakan Churchill ise, Süveyş Kanalını kontrol altında tutmanın yeterli olacağı kanaatindeydi…

Bu hava içinde Şubat 1947’de Londra Hükümeti, savaştan sonra kurulan Birleşmiş Milletlere, Milletler Cemiyetinin kendisine verdiği Manda sorumluluğunu iade eder. Londra’da herkesin, bu adımı haklı çıkartacak bir nedeni vardır ve herkes buna sıkı sıkıya bağlı kalacaktır.

Taksim Planı

Öte yandan, 29 Kasım 1947’deki oylamaya dek, kimse bölgenin geleceği hakkında bir fikir sahibi değildir… Akdeniz ile Şeria Nehri arasında kalan şeritte iki devlet oluşturulması fikri önerilmişti... Filistin toprakları Yahudiler ve Araplar arasında taksim edilecekti. Benzer planlar, kısa, bir o kadar da sorunlu Manda yönetimi yıllarında birkaç kez daha gündeme gelmiş, her defasında Araplar tarafından kategorik şekilde geri çevrilmişti.

Tasarı 33 oya karşılık 13 oyla taksim planı kabul edilir. On üye ülke de çekimser oy kullanır. Birleşmiş Milletler tarihinde ABD ile Sovyetler Birliğinin benzer oy kullandığı ender önerilerden biri olur Taksim Planı…

Yahudi Ajansı ve Filistin’deki Yahudi toplumu kararı sevinçle ve bir o kadar da buruk karşılar. Siyasi bir erkin, bir Yahudi devletinin kapıları aralanmıştı. Gerçi Yeruşalayim (Kudüs) planda Yahudilere verilen bölge içinde değildi. Birleşmiş Milletler kente uluslararası bir statü tanımıştı… Gerçi, 1947 Taksim Planı, daha önce değişik tarihlerde İngilizler tarafından önerilmiş benzer planlara göre, Yahudilere daha cimri davranmıştı. Ama yine de öneri Yahudi Ajansı tarafından olumlu karşılanmıştı…

Yaakov Cohen anılarında şöyle yazmış: “Kulaklarım anlayamıyor, kalbim inanamıyor! Bir İbrani Devleti… İnanılmaz! Halk sokaklara çıktı… Almanya’nın yenildiği gün gibi etraf insan kaynıyor, gençler ile yaşlılar birlikte dans ediyorlar; şarkı söylüyorlar, içiyorlar, hep beraber New York’tan gelen bu güzel haberi kutluyorlar… Geleceğe dair bir ışık yükseldi: toplu göç, bastırılanların kurtuluşu, konut seferberliği, bağımsızlık, özgürlük…” Yahudi halkının uzun zamandır unuttuğu şeylerdir bunlar.

Arap tarafında ise tam sessizlik vardır. Araplar, tıpkı Yahudiler gibi böylesi bir oylama için hazır değildi. Ne altyapıları, ne savunma sistemleri, Birleşmiş Milletlerden çıkacak kararı karşılayacak olgunluktaydı. Kararın renginden bağımsız bir gerçekti bu…

Liderleri yoktu… Herkes kendi çıkarına göre hareket ediyordu. Berlin’de Sovyetlerin elinden neredeyse şans eseri kurtulan Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni dahil kimse mağdur olan Arap halkının sesine kulak vermiyordu. Tıpkı 1914 savaşı sonrasında olduğu gibi, şimdi de sokaklar sahipsiz bırakılmıştı.

Britanya, anlaşma gereği Filistin’den çekileceği 14 Mayıs 1948 gece yarısına kadar, bölgede kanunun gözetilmesinden ve güvenliğin sağlanmasından sorumluydu. Sonrası ne olacaktı? Yahudiler, planlı bir şekilde kendilerine ayrılan bölgede yönetimi organize ederken, Araplar, hâlâ taksime karşı çıkıyorlardı. Karşı çıkmaktan başka yapabilecekleri pek bir şey de yoktu!

Yahudiler, oluşturdukları sağlam altyapı ile Filistin topraklarında kalıcı olduklarını göstermişlerdi. Araplarda ise işler daha sıkıntılı idi. Plansızlıktan, eğitimsizlikten, öngörüsüzlükten bir nesil yitip gitmişti. İsyan araç olacağına amaç olmuş, toplum yalnız düşmanı tasfiye etmeye odaklanmıştı. Eğitim, sağlık, üretim, barınma gibi ihtiyaçlar es geçilmiş, nüfuz, para gibi değerlere aşırı önem verilmesi, çöküşü getirmişti.

Savaşırken dahi ayrı düşmüştü Araplar!

1 Hindistan 15 Ağustos 1947’de bağımsızlığını kazanır.

2 One Palestine Complete, Tom Segev, The Last Salute, S. 491

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün