Kutsal Gün – Gizlenerek Geçirilen Bir YOM Kipur-2

Geçtiğimiz hafta ilk bölümünü verdiğimiz II. Dünya Savaşı sırasında Budapeşte’de bir sığınakta yaşayarak Nazilerden gizlenen Chana Heilbrun ile kendisinden yaşça çok büyük olan isyankâr Max’ın öyküsünün ikinci ve son bölümü…

Sara YANAROCAK Kavram
10 Ekim 2018 Çarşamba

Artık Max yok. Geçen günden beri ortalıkta gözükmüyor. Yapacak bir şey, söyleyecek bir söz yok. Kimse o konuda tek laf etmiyor. Bense her şeye rağmen perdeyle ayrılmış küçük köşeme çekilmiş, sabırla bekliyorum.

Annemin perdeyi açmasıyla düşüncelerim bölündü. Annem kalkmış ve kahvaltı hazırlamıştı. Birkaç kraker ve reçel vardı. Annem ve ablalarım kahvaltıya hiç dokunmamışlardı.

“Budalalık yapma Chana, yemen lazım. Yemezsek kuvvetli olamayız.” Ablam yere baktı ve cevap vermedi.

“Ama sen niye yemiyorsun anneciğim? Neden daha fazla yiyeceğimiz yok?” Annem gözlerini kaçırarak: “Ben bu sabah aç değilim. Ama senin yemen şart. Hatta benim payımı bile yemelisin. Ben daha sonra yiyeceğim” dedi. Yüzünde ağırbaşlı bir hal vardı. Ama arada sırada baktığı gibi, üzgün bakışlarla beni süzüyordu. Tıpkı eski yıllarda olduğu gibi… Kendi evimizden ayrılmadan önce ve Yahudi olmaktan vazgeçmediğimiz o zamanlarda olduğu gibi. Birdenbire iki elini başımın üzerine koyup, birkaç kelime mırıldandı. Tıpkı yıllar önce babamın yaptığı gibi. O anda ağlamaya başladım:

“Max nerede anneciğim? Neden geri dönmedi? Sen onun nerede olduğunu biliyorsun değil mi?” Annem, “Şşşt, onun hakkında konuşma, adını bile anma. Bu çok tehlikeli olur!” dedi. Annemin davranışı çok yakındı ama ben çocuk yaşımın verdiği bir inatla huysuz bir şekilde ısrarıma devam ediyordum:

“Neden ona hâlâ kızgın mısın? Söyledikleri için ona hâlâ öfkeli misin?” Annem şiddetle bana döndü ve, “Hiçbir şeye öfkeli değilim. Hiçbir şey olmadı ki! Anlamıyor musun? Kesinlikle hiçbir şey olmadı. Bunu asla unutmaman gerekiyor. Bu son derece önemli anladın mı?” dedi. Artık ses tonu çok ciddi ve etkileyiciydi. Yavaşça yutkundum ve sustum. Ama daha sonra kendi kendime kaldığım zaman, yere oturdum ve olanları tekrar hatırlamaya başladım. Olanlar iki gün önceydi. Max’ın gidip, bir daha dönmediği, geçen akşam. O akşam Max sığınağa paldır küldür girmişti. Perde kalkıktı. Annem ve ablalarım diğer kadınlarla sohbet ediyorlardı. Max benden yardım istedi. İkimiz ailemize ait bavulu karıştırıp, didik didik aramaya başladık. Ben bunu oyun sanmıştım ve kıkırdıyordum. Aniden Max’ın eline kara kaplı küçük bir kitap geçti. Kitap sandığın en dibinde, bazı giysilere sarılı olarak duruyordu. Max elindeki kitabı açtı ve içine baktı. Aniden gürültülü ve abartılı kahkahalarla gülmeye başlamış, bacaklarını tokatlıyordu. Sonradan kahkahaları acı çığlıklara dönüştü. Annem koşup kitabı onun elinden aldı, bir an durduktan sonra ona baktı, “Sen artık tam olarak çıldırdın” dedi. Fısıldayarak, “Şu haline bir bak”  derken, o kendini yerlere atarak ve yuvarlanarak gülmekten çatlayacak hallere geliyordu.

“İşte dünyadaki en aptalca şeylerden biri, bir ‘Sidur’, bir ‘Sidur’!” derken karbüratör gazıyla tıkanmış gibi debeleniyordu.

“Bir silah değil, bir ilaç değil, bir parça yiyecek bile değil. Kendilerini bir ‘Sidur’ ile emniyete alacaklar! Bir ‘Sidur’ ile!” Aniden kahkahalarını kesti ve esip gürlemeye başladı. Annemi kollarından yakalamış tartaklıyordu.

“Bunu neden sakladın? Bu sihirli şeyin sana ne yapacağını düşünüyorsun? Sen hâlâ gerçek bir Yahudi olmadığını anlamıyor musun? Ben de Yahudi değilim, bu saçma şey de Yahudi değil!”

Annem ona dikkatle baktı, gözleri hiçbir şey söylemiyordu…

“Bana neden bahsettiğini hiç anlamıyorum. Bunu da nereden bulduğunu hiç bilmiyorum. Şimdi bunu al ve git. Biz artık uyumak istiyoruz” dedi. Sonra dosdoğru Max’ın gözlerinin içine bakarak, haç çıkarttı. Bu arada ‘Sidur’ kitabı hâlâ elindeydi. Max hemen gitmedi. Önce kitabı yırtmaya başladı, ardından paramparça yapıp yerlere fırlattı. Üstüne tükürdü ve yırtık sayfaların üzerinde tepinmeye başladı. Benim ense kökümden belime kadar ürpertiler yayılıyordu. Öne doğru bir hamle yaptım ama annemin buz gibi bakışlarıyla olduğum yerde dondum, kaldım. Sonra Max ellerimi tutup bana doğru eğildi:

“Ve son olarak, sen minik ve masum çocuk, bilmelisin ki burada Tanrı diye bir şey yok sevgili çocuğum. Bu sayfaların içinde sihirli bir güç yok! Her şey, yapabileceğin her ne ise, burada o yazmıyor!” Sonra elimi parmağıyla dürterek, “Burada hiçbir şey yok. Hiçbir şey olacağı da yok. Bunu hep hatırla” deyip sonra arkasını döndü ve sığınağın kapısına doğru yöneldi. Karanlıkta ona baktım. Yüzünde öfke vardı. Arkasından koştum, “Max, Max nereye gidiyorsun?” dedim. Beni usulca itti, “Hayır çocuğum şimdi değil. Şimdi kendimle baş başa kalmam lazım. Fakat geri döneceğim sana söz veriyorum. Yarın sabah sen daha uyanmadan, ben buraya dönmüş olacağım” dedi.

Bu onu son görüşüm oldu. Annem dalgın bir biçimde yere eğilip yırtılan kitap sayfalarını topladı. Bir an durakladıktan sonra hepsini eski bir gazetenin içine koyup gazeteyi dürdü ve ablama dönerek, “yapacak başka bir şey yok. Bunu dışarıya çöpe koyacağım” dedi.

Şimdi annem hiçbir şey olmadığını iddia ediyor. Ben her şeyi biliyorum ama onu anlıyorum. Çünkü bu çok tehlikeli bir şey. Bütün gün amaçsız bir şekilde geçti. Aylak aylak, etrafta dolanıp durdum. Kendi kendime Max’la yaptıklarımızı yapmayı denedim ama olmuyordu. Onsuz olmuyordu işte. Öğle yemeğini yine tek başıma yedim. Annem daha önce yediğini söyledi. Sonra bir köşede oturup tüm ikindi boyunca suratımı asıp durdum. Arada bir umuda kapılıyordum, ama hiç kimse yeraltındaki sığınağın kapısını tıklatmıyordu.

 

 

Babanın gelişi

Akşamüstü bir patırtı duydum. İçeriye yeni biri girmişti. Koşarak gidip baktım, belki de gelen Max’dı. Ama donmuş gibi kalakaldım. İçeriye giren adamın başı sargılıydı, elleri de sanki presle sıkıştırılmış gibi cansız duruyordu. Bu Max değildi. Bu aylardır görmediğim babamdı. Hızla bizim köşemize doğru ilerledi, yataklardan birine oturup sırtını duvara yasladı. Yüzü ölü gibi bembeyazdı. Oynatamadığı ellerinin parmak uçlarından kan sızıyordu. Annem hareketsiz duruyordu, sonunda babam alçak sesle ama hızlıca konuşmaya başladı; “Ben merhum kocanızın bir arkadaşıyım. Kocanız dün gece olan bir baskında hayatını kaybetti. Bunu ilk öğrenen sizsiniz. Onun son dileği sizi görmemi istemesi oldu. Ben çok yaralıyım. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Sanırım neler olduğunu tahmin ediyorsunuzdur. Lütfen perdeyi indirir misiniz” dedi.

Ardından ablam dışarıya çıkıp, diğer insanlara babamın öldürüldüğünü anlatmaya başlamıştı.  Ben babamın ellerine baktım. Elleri paramparçaydı. Dışarıya fırlayan kemikleri görünüyordu. Bacakları da aynıydı. Parçalanmış pantolonunun içinden görünüyordu. Her tarafı kan içindeydi. Annem yaralarını, yırtılmış bir kumaş parçasına sarıp bandaj yapıyordu. O ise alçak sesle hikâyesini anlatıyordu. Söylediklerini daha sonra uzun uzun düşünüp, ancak çok sonraları tam olarak anlayabilmiştim.

Birisi onları Gestapo’ya ihbar etmişti. Hem direnişçi hem de Yahudi oldukları için, gizlendikleri yere baskın yapılmıştı. O pencereden aşağı atlarken ellerinin üzerine düşmüştü. Elleri o hale geldikten sonra Nazi askerleri bacaklarına da ateş etmişlerdi. Koşarak kaçmaya çalışırken, SS’lerin kurt köpekleri üzerine atlayıp onu paramparça etmişlerdi. Ama şans eseri ellerinden kurtulmuş ve buraya ulaşabilmişti.

“Ama hemen gitmem şart, yoksa sizi de tehlikeye sokarım. Kısa bir süre sonra size emniyette olduğumu haber verirler. Tanrı’nın yardımıyla İsviçre için pasaportlarımız, yakında elimize ulaşacaktır” dedi. Annem küçük gaz ocağımızı yaktı; “Size gitmeden önce, sıcak bir çay hazırlayacağım. Sonra biraz dinlenin ve gitmeden evvel biraz uyuyun” dedi. Babam saatine baktı ama, saati yerinde değildi. “Hayır buna hiç vaktim yok Şimdi daha iyiceyim” dedi.

Annem ona boş boş baktı;

“Bunu yapmanız doğru olur mu? Bu vaziyette nasıl gidebilirsiniz? Bir şeyler yemeniz lazım. Kuvvetli olmalısınız. Size söyledim zaten” derken adam yumuşak bir sesle, “Ne zamandan beridir yediklerimiz bize kuvvet veriyor?” diye sordu.

“Şimdiki zaman, insanoğlunun doğanın en diplerine indiği zaman. Doğamız tam bir çıplaklık ve umarsızlık içinde. Şimdiki zamanda herkes neyi isterse onu görüyor. Kimisi bu çılgın akıl almaz kaosun içinde sürüklenmiş gidiyor. Kimisi de bu kaosun içinde Tanrı’nın elini, ona dokunan elini görüyor. Ah! Eğer bunu tam olarak anlayabilseydik- Baruh Dayan Emet- (Gerçeğin Hâkimi Mübarektir)”.

Sonra babam uzandı ve uyuyakaldı. Kısa bir süre sonra da bizi terk etti.

 

 

Max’ın akIbeti ne oldu?

Savaştan uzun bir süre sonra, annem bana Max’ın akıbetini doğrudan anlattı. O sabah Max bizim sığınağın hemen yakınında bulunmuştu. Başından vurularak öldürülmüştü. Belki onu bulan Naziler tarafından, belki de ondan korkan Yahudiler tarafından… Hiç kimse tam olarak bilemiyor. Fakat ceketinin göğüs kısmına bir kâğıt iliştirilmişti, üzerinde büyük harflerle “YAHUDİ” yazıyordu.

Şimdi öylece oturup, babamın bizi terk ettiği günü tekrar anımsıyorum. Annem şimdi bana doğru dönüyor ve korkutucu bir asabiyetle, “Çabuk bunu elinden bırak” diyor, ama ben usandığımdan ve artık sıkıldığımdan isyan edip dediğini yapmıyorum.

“Bunu elinden bırak dedim sana” diye tekrarlıyor annem.

“Ama neden?” Sinirli ve solgun annem, derin bir nefes alarak eğilip kulağıma fısıldıyor; “Aptal, bu gün ‘Yom Kipur’, yemek yemek günahtır.”

Elimi sallayarak bu hayali gözümün önünden uzaklaştırıyorum. Başka bir Kipur günü gözlerimin önünde silik bir biçimde canlanıyor. Annemin bakışları benim üzerimde. Babam iki elini başımın üzerine koymuş, kutsama duası ediyor. Herkesin üzerinde beyaz giysiler var. Hep birlikte bir sinagogun içindeyiz. Nedir ki bütün bunlar çok uzakta, silik anılar içinde…

Şimdi Max hakkında düşünmek istiyorum. Nedense geri dönmediği için hep derin ve boş bir üzüntüye kapılıyorum. Ona hâlâ kızgınım. Bana verdiği sözü yerine getirmediği için…

Not: Bu hikâye Chana Heilbrun tarafından anlatılmıştır. ‘Die Yiddishe Heim Journal’ dergisinde yayınlanmıştır.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün