Hayatın bin bir yüzü

Avram VENTURA Köşe Yazısı
20 Haziran 2018 Çarşamba

Bize görünen ne çok yüzü var hayatın!

Doğanın sürekli değişen yüzü gibi… Güneşli, sağanak yağışlı, sıcak, soğuk, kar içinde bembeyaz, yeşilin sonsuz tonlarıyla, gelin gibi açılmış çiçekleriyle… Her an bir başka yüzünü görebiliyoruz.

Hayatımız da öyle işte!

En mutlu olduğumuz anda, mutsuzluk sinsi bir düşman gibi pusuda beklemektedir. Sağlığımızdan bir sorunumuz, yaşantımızdan bir yakınmamız yokken, bedenimize yapışan herhangi bir hastalık, beklenmeyen bir anda, serseri bir kurşun gibi bizi vurabiliyor. Bunlara karşın tüm umutlarımızın yıkıldığını sanırken, olumlu bir ileti yaşama sıkıca sarılmamızı sağlayabiliyor. Değil bir ömür boyu, anlık süreler içinde bile, hayatın değişik yüzlerini görebiliyoruz.

Kuşkusuz yeni bir şey söylemiyorum; bunları hepimiz biliyoruz, yaşıyoruz. Sözü dolandırmadan şuraya getirmek istiyorum: Bu gerçekleri biliyor olmamıza karşın, her birimizin hayata olan yaklaşımı tümüyle farklı oluyor. Kimimiz her şeyi olduğu gibi kabulleniyor, gelişen olaylara ve çevremizdeki insanlara olumlu bir gözle bakıyoruz. Kimimiz de tam tersine, hiçbir gerekçemiz olmasa da fırsatını bulduğumuzda her şeyden yakınıyoruz. Böylece tüm olumsuzlukları bir mıknatıs gibi üstümüze çekiyoruz. Oysaki değiştirebileceklerimiz için bir çaba harcamamız gerekirken, bizim dışımızda gelişen ve bizi etkileyen olaylar karşısında yakınmamıza ne demeli, bilmiyorum.

Özellikle tasavvufta ve kimi felsefi öğretilerde yer alan bir kavramı anımsatmak istiyorum: “Ölmeden önce ölmek.”

Nedir bu kavram?

Kısaca şöyle açıklayabiliriz:

Yaşantımızı yönlendiren iki etmenden söz edebiliriz: Korkularımız ve tutkularımız. Her ikisinin de bir sınırı olmadığı gibi, bir ömür boyu onların egemenliği altında kıskıvrak bağlı kalıyoruz. Bunlar hayatımızın her aşamasında bizi derinden etkiliyor. Dolayısıyla mutsuzluğumuzu da sürekli körüklüyorlar. Oysaki bir ölünün ne arzuları ne de tutkuları vardır. İşte insan yaşarken bir ölü gibi bunlardan arınabildiği anda, ölmeden önce ölmüştür. Bu şekilde gerçek ölüm kapısını çalana kadar, hayatı daha güzel, daha anlamlı ve daha mutlu geçirmiş olacaktır.

Ursula K. Leguin, Mülksüzler romanında şöyle diyor:

“Eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen, hep güzelmiş gibi görünür. Gezegenler, yaşamlar… Ama yakından bakıldığında, bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur. Günden güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın. Uzaklığı ararsın, ara vermeyi. Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu ay gibi görmekten geçiyor. Yaşamın ne güzel olduğunu görmenin yolu, ölümün bakış açısından bakmaktan geçiyor.”

Ölümün bakış açısından baktığımızda, artık yitirecek bir şeyimiz kalmamış, tutkularımızdan arınmış, korkularımızı aşmışızdır. Böylece hayatı daha güzel göreceğimiz kuşkusuzdur.