‘Limmud’da bir azınlık olmak’

Geçen haftalarda aziz dostum Moris Levi’nin davetlisi olarak yılda sadece bir kez, kasım ayında yapılan enternasyonal bir öğrenme festivali olan Limmud’a davet edildim.

Toplum
30 Kasım 2016 Çarşamba

Murad Çobanoğlu

 

Efendim Limmud, İbranice bir kelime, anlamı “öğrenme, öğrenebilme becerisi” demek. Sayısız konu yelpazesinin 1 – 2 güne sığdırıldığı, hatta aynı saatlere gelince ikiye bölünüp ikisine, bazen üçüne de katılmak istediğiniz bir bilgi network’ü. Dışarıdan eğitime gelen kişiler de son derece saygın ve özel seçilmiş isimler oluyor. Kimi Yahudi Toplumu içinden, ancak çoğunlukla da dışarıdan kimseler katılımcılara iki gün boyunca Yahudi kültüründen tutun da ekmek yapmaya kadar birçok konuda bilgi veriyor, ‘öğretiyor.’

Bu yıl da Limmud, Ulus Musevi Okulunda yapıldı. Okul bir kale gibi adeta. Yol boyunca polisten geçilmiyor. Sordum, “Bu Limmud için mi?” diye; hayır ne yazık ki bu genel tavırmış. ‘Oh ne güzel işte tam güvenlikteler’ diye aklınıza gelebilir ancak tüm bu güvenliği neredeyse anaokulu öğrencisinin yaşadığını düşünün. Daha evvel tüm kimlik bilgilerimizi vermemize rağmen, beş aşamalı bir güvenlikten geçiyoruz. Hüsnü kuruntu diyenlere; bu yazıyı yazdığım günün 13 yıl önce sene-i devriyesinde İstanbul’daki en yeni ve büyük sinagoglardan Neve Şalom ve Şişli Beth İsrael’e saldırı düzenlenmiş olduğunu hatırlatmak isterim. Neve Şalom’da 24, Beth İsrael’de 22 vatandaşımız şehit olmuştu.

Koridorlarda çarpışınca

Haliyle Limmud’a katılanların çoğu Yahudi oluyor. Yani bu kez çok ters bir durumla, Yahudi Toplumu dışından olanlar Limmud’ta azınlık psikolojisi yaşıyor. Ülke rahmetli dedelerimizin, babalarımızın anlattığı zamanlardaki gibi; asansörde tanımadık biriyle karşılaşıyorsunuz “Günaydın, nasılsınız?” sorusu yöneliyor. Elde program giderken biriyle çarpışıyorsunuz, 8’de 8 kusurlu olmanıza rağmen, “Pardon görmedim, iyi misiniz?” diye karşı taraftan cevap geliyor. Tıpkı babalarımızın, dedelerimizin büyük şehirlere geldikleri vakit, burada daha önce çoğu da gayr-i Müslim (Ekalliyetten) olan Türk vatandaşlarıyla karşılaşmaları, onlara kentte nasıl yaşanacağını, sokakta birbirini görünce şapka çıkartıp selam verileceğini, bir meyhaneye gittikleri vakit bir arka ya da bir ön sırayı rahatsız etmeyecek şekilde eğlenmeyi gösterdikleri, anlattıkları günleri yaşar gibiyim. Okuldan çıksam ilk gördüğüm insanın hatırını soracağım neredeyse.

Cumhuriyet’in köylüleri

Murathan Mungan'ın dizelerindeki gibi ‘eskidendi her şey’; kimse ölmemiş, kimse kimseye ihanet etmemişti. Cumhuriyet'in henüz ilk yıllarında ‘belki kentliler’ Cumhuriyet'in ne demek olduğunu anlasalar da, ‘milletin en efendisi olan köylü’ anlayamadı, kavrayamadı Cumhuriyet'i. Hele Avrupa'daki demokrasi sürecinin yüz yıllar, Türkiye'dekinin ise birkaç yıl olduğu hesaba getirilir ve konan yasaklar da hatırlanırsa, Cumhuriyet adına ‘altı oklu olduğu’ ve bu ‘okların ha bire kendilerini vurduğu’ dışında bir şey anladıklarını da düşünmüyorum açık söylemek gerekirse. Hele hele sonradan yine bir ‘fıkra’ ile tanıyacakları ‘demokrasi’ olgusu ise kendisi de bir toprak ağası olduğu için Toprak Reformu'na itiraz ederek, eli yüzü düzgün ilk ‘çok partili’ zemine geçmemize sebep olan Ali Adnan Ertekin Menderes'le ve onların kırsal kesimdeki uzantısı olan ‘toprak ağaları’ ile ‘altı okçular’ arasında sıkışmasına sebep olacağından ‘demokrasi’ için de hoş düşünceleri olmamıştı. Demokrasimizin nişanesi haline getirilen Menderes, Toprak Reformu öncesi çıkan Varlık Vergisine hiç itiraz etmemiş, desteklemiş ama iş bir bakıma ‘ağalara uygulanan varlık vergisine’ gelince, kendisi de bir toprak ağası olduğundan itiraz etmiş, Cumhuriyet Halk Partisi (Fıkrası)’nden ayrılmıştı.

‘Allah devletlerine zeval vermesin’ci anlayışları sonralarda kendilerine “padişahım çok yaşa” mislinden durumlara dönüştürerek, ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ adına yeni yeni kavramlar getireceklerdi. Nesli Çölgeçen'in ‘Züğürt Ağa’ adlı filminde geçtiği gibi, ‘toprak ağaları’ iki partili rejimde ‘altı oka mühür basmamaları’ gerektiğini önemle vurguladılar, ‘efendi olan millete’. Sonra bilindiği gibi, toprak reformu bazı bölgelere çıksa bile, ağalar bu insanları ‘efendi olduklarından’ kandırarak, tehdit ederek, zorla mallarını geri aldılar. Burada köylünün sesi çıkmadı tabi, çıkanları da biz duymadık. Çünkü onlar da kendileriyle beraber savaşmışlardı, düşmanları kendilerinin inandırıldığı gibi, beraber kovmuşlardı. Onların bu ülkenin her toprağında, hakkı vardı. 

Varlık Vergisi

Peki hakkı olmayan kimdi. Türkiye Cumhuriyet'inin kurucusu Mustafa Kemal'e, ‘Atatürk’ soyadını verip, kendi de ‘Dilaçar’ soyadını alan, ‘millet-i sadıka’ olan Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğuna 2. Beyazıd’dan bu yana davet edilip yurt edinmiş, bizzat Atatürk'ün emriyle Avrupa’dan davet edilerek, üniversitelerini kalkındıran Yahudiler, her türlü esnaflık, narenciye, zeytinyağı ve sabun vb. işletmeciliği ve ‘ticareti’ öğrendikleri Rumlar.

İşte ülkenin asıl sorunu olan kişiler bunlardı. Madem toprak ağaları mallarını vermiyordu, ki onların ‘çalışıp alın teri olan mallardı bunlar’, kendi ülkelerinde, kendilerini ‘işçi olarak çalıştıran’ kişilerden alınmalıydı. Alındı da, ilk adım zaten yıllar önce Almanlar ile başlamıştı, Alman Ruhu'na sahip bazı yüksek rütbeli bürokratların imzaladıkları fermanlarla ilk kafile yola çıkmıştı çoktan zaten. Yerine taşınan başka bir ‘millet-i sadıka’ vardı. Ama bu Osmanlı Devletine değil, Alman Devletine, sadık bir ulustu. Hem de Müslümandı. Yani güvenilir olma şartlarının tamamını taşıyordu üstünde. Bir günde Arap şehirleri Alman Tren Yolu Şirketinin adıyla değiştirildi. Hep önerdiğim bir kitap olan ‘Benden Selam Söyle Anadoluya’yı bu hususta, önemle okunması gerektiğinin altını çizmekte fayda var. İlk sorun ortadan kalktığına göre diğerlerine eğilmekte fayda vardı. Savaş şartlarıydı. Millet ekmeği bile karne ile alıyor, az yiyor, az tüketiyordu. 

O yıllarda, ekonomiye değil bizzat ekmeğe can veriliyordu, verilmesi de gerekiyordu. Her ölen vatandaş ‘Hitler Ekonomisi’ ile gayr-i milli hasılanın artması demekti. İsmet İnönü müthiş bir zeka unsurunu kullanarak, Türkiye Cumhuriyet'ini savaşın bitmesine iki gün kalaya kadar savaşa sokmamayı başarmıştı. Bu sayede zaten ‘karne sefaletinden kırılan’ insanlara bir de savaş şartları haiz olsaydı kim bilir ülkede yaşayan insan kalır mıydı bilinemez.

Henüz İsrail Devleti de kurulmadığından camilerde, evlerde yer alan Magen David'ler, İslam literatüründeki adıyla, Mühr-ü Süleymanlar da kimseyi rahatsız etmiyordu o yıllarda.
Sonra aklı evvel siyaset adamlarımız, bilginlerimiz, teknokratlarımız bir yasa çıkardılar ülkedeki şartları öne sürerek. Neydi bu yasa; ülkede bulunan tüm ‘zenginler’, mallarının büyük bir oranını devlete bağışlayacaklardı, bunun adı da Varlık Vergisi'ydi. Başta bir sorun olmadı tabi. Yasalarda bir sorun olmaz, yasalar çıkartılır, kah demokratik kah anti demokratik. Mesela Fransa'da da bizdeki 301 benzeri bir yasa vardır. Fransız bayrağını, milletini, ulusunu kimse eleştiremez, eleştirenlere yüksek meblağlı cezalar uygulanır. Fakat bu yasa ancak Fransız İhtilali'nden sonra on sene kadar uygulanır. İşte bu uygulama zafiyetinin bir benzeri de Varlık Vergisi sırasında uygulandı. Yuda Marko Levi, sırf Yahudi diye kapıları yağlayıp geçimini sağladığı halde, ‘yağ tüccarı’ olarak yazıldı. Zaten Varlık Vergisi’nin amacını da Şükrü Saraçoğlu'nun kendi ifadesiyle, “...Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz...” diye açıklayacaktı.

Çok geçmeden İsmet İnönü’nün de kapısı çalındı. Hem bu verginin nasıl ve kime uygulanacağı konusundaki bazı şüpheleri de ortadan kaldıracaktı. İsmet İnönü, Çankaya Köşkünü lojman olarak, kendisi de ‘maaşlı devlet memuru olarak’ gösterse de bir kısım ödeme yaptı ‘malum sebepten’ devlet kasasına. Ama oturduğu ev kendinin olmadığı ve maaşla çalıştığı için bu o kadar can alıcı olmadı onun ve ailesi için. Varlık Vergisi’nde toplanan 394 milyon TL’nın aslan payı Ermenilerden olmak üzere diğer çoğunluğu Yahudi, Rumlardan toplandı. Yasaya itiraz hakkı tanınmasa da normalde İzmir, Ödemiş’ten itiraz eden Müslümanların da dahil olduğu bir grupla yüzde 4,94 oranında Müslüman Türklerden vergi alındı. Zaten onların da hatırı sayılır bir bölümü ‘Müslümanlığından şüphe edilen D grubu’ mensuplarıydı.

Telaşa mahal yoktu, Varlık Vergisi’nin vuramadığı ekalliyet mensubu falan kaldıysa ülkede 1955’in 6- 7 Eylül’ünde, Varlık Vergisi’nin iki yılda yapamadığı tahribatı, korkuyu ve devlet aidiyetinden uzaklaşmayı iki günde, başını Menderes’in 6 Eylül 1955 sabahı ziyaret ettiği ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ yapacaktı.

“Nerede o eski İstanbul!”

Kimle konuşsanız “Ah nerede o eski İstanbul!” diyor. “Neydi o eski İstanbul?” diye soruyorsun, “Sokakta insanlar birbirine selam verirdi, birinin bir müşkülü olsa hep birlikte koşardı” diyor. Biraz sonra ‘TV’den izlediği Gazze haberinin’ dolduruşuna gelip; “Tüm hepsini sabun yapsalardı” demekten de geri durmuyor aynı şikâyeti eden.

Artık kentin öğretmenleri kalmadığına göre, sokakta karşıdan gelen birini gördüğümüzde ‘ağız dolusu balgamı’ yere hönkürebiliriz. Asansörde “Kaça çıkacaksınız?” dediğimiz kadın, bize potansiyel tacizci muamelesi çekebilir.

İşte bir zamanlar İstanbul, İzmir, Konya, Van, Trabzon velhasıl-ı kelam ekalliyetin yaşadığı her yer Limmud’daki gibiymiş. Her an yeni şeyler öğrenip, nasıl kentli olacağını didaktik broşürlerden değil yaşayarak öğrenmiş oluyormuşsun. Seneye umarım bir kez daha Limmud’a katılma şansına erişebilirim.