Oyun Atölyesi’nde ‘Kundakçı’

On yıllar, yüz yıllar, bin yıllar da geçse insanlığın değişmeyen doğası.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Kasım 2016 Çarşamba

“Ben Herostratus. Artemis Tapınağını ben yaktım. Benim adım çağlar boyunca anılacak ama sen Kleon, Efes kentinin baş yargıcı. Seni kim hatırlayacak? Hayır, sen de beni yargıladığın için anılacaksın.”

Oyun Atölyesi mevsime yepyeni bir oyunla, Rus yazar Grigori Gorin’in 1970’lerin başında Perestroyka öncesi yazmış olduğu ‘Herostratus’u Unutun!’ ile girdi ve oyunu ‘Kundakçı’ adıyla sahnelemeye başladı.

Asıl adı Grigori Izraileviç Ofstayn olan Rus Yahudisi Grigori Gorin (1940 – 2000) yazmış olduğu 13 oyun ve 20’ye yakın senaryoyla Sovyetlerin yakın tarihindeki Durgunluk Çağı ve Perestroyka dönemlerine gösterilen kültürel tepkinin önemli yazarlarındandı.

Gorin, Kundakçı’yı, İÖ 356 yılının 21 Temmuz’unda çılgın bir esnafın, Efes’in gururu olan Artemis Tapınağı’nı yakması olayından esinlenerek yazmış. Efes halkının büyük uğraşlar ve fedakârlıklarla yaptırdığı, Antik Dünyanın 7 harikasından, inşa edilmesi 120 yıl sürmüş olan tapınağı yakan Herostratus, yakalanıp yargılandığında bu muhteşem eseri, “adını tarihe yazdırmak” için yok ettiğini söylemişti.

Tarihin bu ilk anlamsız terör olayının sebebi neydi? Neden yakmıştı pazarcı Herostratus bu dünya harikasını? Oyun mu? Kumpas mı? Komplo mu? Şöhret aşkı mı?

Peki kutsal Artemis Tapınağı’nın kundaklanması, efendiler ve ezilenler dünyasında nasıl bir yangına neden olmuştu? Kundakçı Herostratus bir terörist miydi yoksa kahraman mı?

O dönemde Efes, Pers işgali altındaydı ve kral yetkilerine sahip Pers valisi Tsafernes tarafından yönetmekteydi. Gorin, bir yandan resmi tarihle dalga geçerek, dönemin hukuk-devlet ikilemini, dışarıdan atanan bir yöneticinin sistem üzerinde baskısı, dini inançların toplum ve hukuk üzerinde etkisi, adaletin gecikmesi gibi sorunlar üzerinden irdeliyor. Diğer yandan da, en kısa zamanda idam isteyenlerin nasıl kolaylıkla satın alınabileceğiyle, insanların şöhret budalası dedikleri Herostratus’un ününe nasıl aynı budalalıkla kapıldıklarıyla, güçlü ve güçsüzlerin üçkâğıtçılıkları, ırkçılıkları, ayırımcılıklarıyla, bastırılmış kinleriyle, inançlar karşısındaki ikiyüzlülükleriyle dalgasını geçiyor.

Öyle eğitimli biri olmasa da, sistemin zayıf noktalarını, açıklarını, yöneticilerle halkın zaaflarını iyi bilen zeki Herostratus ise tarihe adını yazdırmak için bunları başarıyla kullanıyor…

Tabii ki, müthiş parlak final bir ‘açık kapı’ olarak kalacak, Herostatus gözümüzün içine bakarak “öyle ya da böyle, ne fark edecek ki” dercesine gülümseyecektir. (Finaldeki o bakış için bile Tuna Karlı özel bir tebrik hak ediyor.) 

Haluk Bilginer’in çevirdiği Kundakçı, hınzır, zeki, eğlenceli ve bir o kadar da sert bir metin. Oyunun Tsafernes’i de yorumlayan yönetmeni Muharrem Özcan, tek kelimeyle kusursuz bir iş çıkarmış.

Perde açılırken bizi, Çağrı Beklen’in yazdığı, 8 oyuncunun oluşturduğu orkestranın çaldığı, hem bizden, hem Egeli, hem Yunan müzik karşılıyor. Gardiyanın, salonun arkasından çekiştire çekiştire getirdiği Herostratus sahneye girip, oyunun sonuna kadar bir daha çıkmayacağı hücresine girdiğinde oyun başlıyor.

Herostratus hariç ekibin tamamında, commedia dell’arte masklarını anımsatan ağır bir makyaj var. Herostratus’un makyajsız, kişiliğinin aynası gibi açık yüzü, diğerlerinin küçük hesapçı, yapay ve ikiyüzlü dünyasıyla karşıtlığı hemen veriyor. Aynı karşıtlık, ekibin dozunda abartılı (ama müthiş başarılı) toplu oyunculuğuyla Tuna Kırlı’nın olabildiğince doğal Herostratus performansında tekrar karşımıza çıkıyor. Muharrem Özcan’ın sayısız parlak buluşuyla dolu şenlikli sahnelemesi sayesinde, iki saati aşan süresine karşın oyun hiç sarkmadan, su gibi akarak, kahkahalarla izleniyor. Ciddi ciddi müzik de yapabilen ekibin oyunculuğu da çok başarılı. Rolleri gereği, Tuna Kırlı (Herostratus), Devrim Özder Akın (Kleon) ve Muharrem Özcan (Tsafernes) doğal olarak öne çıksaar da, Evren Erler, Gözde Kırgız, Timuçin Başgül, Kerem Arslanoğlu, Mithat Ozan Küren ve Serkan Ilgaz onlar kadar etkileyici. Beden çalışmasıyla Rüya Büyüktopçuoğlu’nun, sahne tasarımıyla Özlem Karabay’ın ışık tasarımıyla Ayşe Sedef Ayter’in büyük katkıları var.

Mevsimin olmazsa olmazı. Mutlaka izleyin.

Mekân Artı’da Jean Genet’nin ‘Balkon’u

“Genet, bize dünyamızın makyaj gibi sahte olduğunu ve bu yüzden de tiyatronun -Genet’nin hayata bakış açısında olduğu gibi- mükemmel bir ayna olabileceğini düşündürüyor. Bir başka deyişle Genet tiyatrosu soyut, stilize ve teatraldir. Böylelikle gerçeği yanılsamacı tiyatrodan çok daha başarılı bir biçimde tanımlayıp yansıtır.”   Peter Zadek

Evlilik dışı bir çocuk olan Jean Genet (1910 - 1986), küçük yaşta annesi tarafından terkedilmiş, kimsesizler yurdunda büyümüş, çocuk yaştayken tanıştığı ıslahhaneler ve hapishanelerle ilişkisi yıllarca devam etmişti. 1926’da ıslahhaneden kaçarak Fransız Sömürge Birliklerine katılmış, altı yıllık askeri hayatın ardından firar ederek bir süre Fransa’dan ayrılmıştı. Paris’e dönüşünü takip eden yedi yıl içinde asker kaçaklığı, serserilik, kimlik sahtekârlığı ve hırsızlıkla suçlanmış, 1948’de Fransa’da onuncu kez yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı. Hapishanede yazdığı Notre-Dame des Fleurs (Çiçeklerin Meryem Anası) adlı ilk romanı Jean-Paul Sartre başta olmak üzere André Gide ve Jean Cocteau’nun dikkatini çekti ve bu yazarların cumhurbaşkanına verdikleri bir dilekçe üzerine bağışlanmıştı.

En kötü suçu en farklı şekilde işlemek, insanlarla ilişkilerinde hep daha garip, daha sıra dışı olmak isteyen Genet, aşağılık kabul edilende derin bir güzellik bulduğunu iddia etmiş ve bunu yeniden saygınlıklarına kavuşturmaya çalışmıştır. Genet’ye göre iktidarın üst basamaklarında bulunan herkes aktördür ve tüm jestleri sahtedir. Antonin Artaud’nun Vahşet Tiyatrosu’nu anımsatan tiyatrosu baştan aşağı bir başkaldırıdır. Tiyatrosunun temeli kılık değiştirme, kendini maskeleme ve gerçeğin yerine suretini geçirme üzerine kuruludur.

Genet’nin 1956’da yazmış olduğu ‘Balkon’  Madame İrma’nın ‘yanılsamalar evi’ olarak adlandırdığı lüks kerhanesinde geçmektedir. Bedenlerin parayla değiş tokuş edildiği, göz boyacılığın, hileciliğin ve yanılsamanın hüküm sürdüğü kerhaneyi günümüz toplumunun simgesi olarak kullanan Genet, hem gelecekte oluşacak gösteri toplumunu 60 yıl öncesinden haber vermekte, hem de gücün mekanizmasıyla dalga geçmektedir.

Madam’ın daima ‘misafir’ olarak hitap ettiği müşterileri, yapay ve iğreti kostümleriyle, kerhanenin sapkın sahnelemelerine yardım eden orospularının ve oğlanlarının eşliğinde toplumdaki güce dayalı rolleri (yargıç, din adamı, general) oynarken dışarıdaki şehirde bir ayaklanma olmaktadır. Arada Genet, modern toplumda imajın rolünü, fahişe Chantal’ın genelevden ayrılarak devrim ruhunun simgesi haline gelmesiyle ironik bir şekilde eleştirmektedir.

İrma’yı ve kerhanesini koruyan Polis Şefi Georges için devrim, kahraman olmanın, yani bir ‘misafirin’, ‘yanılsamalar evi’nde Polis Şefini ‘oynamasını’ gerçekleştirmesinin fırsatıdır.

Yüksek mahkeme yargıcı, piskopos, general ve de kraliçenin yani toplumun liderlerinin devrimde öldürüldüğü ortaya çıkar. Toplum içinde otorite ve düzeni sağlayabilmenin tek yolu, ‘yanılsamalar evi’nin ‘misafirleri’nin sapkın oyunlarında gücün yanılsaması olarak yaşadıklarını, kerhanenin kostümlerini ve sahnelerini kullanarak gerçeğe dönüştürmektir. İrma ise kraliçe tacını giyecektir…

60 yıl sonra bile güncelliğini koruyan Balkon’u Mekân Artı’da sahnelemeye karar veren Ufuk Tan Altunkaya, üç saati aşkın oyunu, bütünlüğünü zedelemeden kısaltmayı yeğlemiş. 20 kişilik, neredeyse tamamını sahnede ilk kez izlediğim kadrosundan elde ettiği toplu oyunculuk müthiş. Ama asıl müthiş olanı eleştirel güldürüsü, sapkınlığı ve erotizmiyle Jean Genet’ye lâyık bir çalışma olması.

11, 19, 21 Kasım ve 2, 17, 24 Aralık Mekân Artı’da. Mutlaka izlenmeli, hepinize iyi seyirler dilerim.