Veri Girişi Sergisi Pera Müzesi’nden Türk Musevileri Müzesi’ne Ankara / New York / İstanbul üçgeni

Veri Girişi... Aslında belki de veri patlaması demek gerekirdi. Pera Müzesi heykel, performans ve video alanında çalışan sanatçı Katherine Behar’ın eserlerine yer vererek teknolojinin sanatla buluşması üzerine izleyiciyi düşünmeye davet ediyor.

Dalia MAYA Sanat
21 Eylül 2016 Çarşamba

Ancak, Pera Müzesi bu sergi için Katherine Behar’ı İstanbul’a davet ederek sanatın zaman algısından nasıl da bağımsız olduğunu, geçmişin geleceği nasıl da bilinçdışı bir şekilde şekillendirdiğini gözler önüne sererken, sanatçı açısından öncesinde hiç aklında olmayan bir yolculuğun da kapısını araladı.  Veri Girişi sergisi 16 Ekim’e kadar Pera Müzesi’nde.


Katherina Behar Dalia Maya

 

“Beynimin içine hoş geldin” diyerek karşıladı Katherine Behar beni. Gerçekten de beyninin içi gibiydi henüz gezmiş olduğum sergi. Her şeyin karmakarışık olduğu, tüm bilginin alt üst olduğu bir sergi. Karmakarışık ve alt üst... Doğal olanın doğal olmayana karıştığı, hatta doğalın artık doğallıktan çıkıp doğal olmayanın doğal olduğu bir dünya. Doğal ile doğal olmayanın aynı anda olduğu ve artık neyin ya da kimin makine olup neyin/kimin makine olmadığının anlaşılmadığı. İnsanın makineleştiği, makinelerin insanlaştığı bir dünya. Öyle bir dünya ki, doğayı yok eden ve bu yok edişte yepyeni bir doğa yaratan...

Teknolojik çöplerin doğaya karıştığı, taşın toprağın içinden teknolojik makine artıklarının sonsuz döngüde tekrar tekrar ve yeniden öğrenilmiş edimleri sürdürdüğü, kimi yerde bir ışıkla mesajlar verdiği, bilgisayar farelerine sonsuza dek giymeleri için üç boyutlu yazıcıların bok böceği kılıfları ürettiği, sergi ziyaretçisinin bir çiçek saksısının dansına eşlik ettiği bir dünya sözünü ettiğimiz.  “Beynimin içine hoş geldiniz” diyor Katherine Behar. Oysa hepimizin beyni biraz da bu sorgularla boğuşmuyor mu? Onun beyninin içinde, ama kendi algılarımızda bir yolculuk yapıyoruz birlikte. Bu arada beynimin içinde orta okul yıllarından, - bir fikir vermek gerekirse, bilgisayarların yaygın kullanımından, hatta faks makinelerinden bile çok önceki zamanlardan- Fransızca dikte dersinden  kalma bir cümle debelenip dönüyor açığa çıkmak üzere, kim bilir hangi yazarın metninden: “Hızlandırılmış ritimdeki makine, çocuklarımızı dünyaya hükmetme yollarına yönlendirecek.” 

Tam da bunu söylemek istiyordum. Sergiyi algılama biçiminden çok etkilendim” diye söze giriyor Katherine... Hızlı ve heyecan verici bir sohbetin, daha doğrusu hızlı ve heyecan verici bir yolculuğun en başındayız. Sergi hakkında söyleyeceklerini dinlerken, Amerika’dan gelmiş, Uzakdoğu simalı bu genç ve cıvıl cıvıl sanatçının aile hikâyesini de dinlemek için çıldırıyorum. “Bu sergi ile ve genel olarak sanatımda yapmaya çalıştığım şey insanların ivme, hızlanma ve yavaşlama üzerine düşünmesini sağlamak. Çünkü teknoloji ivme kazandıkça daha iyi bir dünya yaratacağımızı, dünyaya daha fazla hükmedeceğimizi düşündük. İnsanın insanla, insanın aletlerle ilişkisi bu şekilde biçimlendi. “Homo faber” sözü var Latincede, “İnsan alet yaratandır.” Bu bakış, insan evladının kendi hakkında düşüncesini şekillendirdi. Ürettikçe dünyaya hükmedecekti. Oysa bu son derece eril bir düşünce tarzı ve bunu sorguluyorum.”  
Katherine Behar sadece sorgulamakla kalmıyor, bir çözüm önerisi de getiriyor sanatı yoluyla insanlığa. İvmenin alternatifi üzerine düşünüyor: Yavaşlama estetiği. Otomasyonu sorguluyor. Otomasyonun insana ve gezegenimize yaptıklarını sorguluyor. Ve yavaşlama estetiği ile kendimizi yavaşlatmanın estetik yanını inceliyor. “Bize bir iyilik yap ve yavaşla... Sürekli artan hızlanmanın insanlığa ve dünyaya bir faydası olmadı. İnsan hızlanarak dünyaya da, doğaya da daha fazla hükmedemedi. Tam tersine doğaya hükmetme çabaları daha fazla ekolojik felakete neden oldu. Daha fazla savaş yarattı. Krizler krizleri takip etti.  İnsanlar topraklarında sakin ve huzurlu yaşayamaz oldular.”

ν Mülteciler...

Evet, mülteciler... Savaşlar iklim değişikliklerinden de kaynaklanıyor. İklim değişiklikleri insanın doğaya hükmetme çabasının da bir sonucu. Dolayısıyla sergide bazı eserler üretim zamanını nasıl yavaşlatabileceğimize ve o vakit ne olacağına da bakıyor. Üretim zamanını yavaşlatmak, insanlarla karşılaşma zamanını yavaşlatmak, böylelikle insanlarla ilişki süresini uzatmak... Çünkü bence insanlar, yüzyıllardır teknolojiyi kullandıkça ve kendilerine daha fazla zaman kazanacaklarını düşündükçe, aslında daha çok teknolojinin kölesi haline geldiler.

ν İnsanlar makineleştiler.

Kesinlikle. İşte bu da alt üst olma hali. O yüzden senin yorumun beni çok etkiledi. Tam hedefi vurmuş bir yorumdu. Çarpıcı.

ν Benim için çarpıcı olansa, soyadın. Zira Uzakdoğulu siman var. Amerika’da yaşıyorsun. Ama son derece bizden bir soyadın var: Behar.  Behar bir Sefarad soyadı, bunu biliyor musun?

Bu serginin en çarpıcı yanlarından biri de bu oldu. Biraz biliyordum tabii. Ama İstanbul’a geldiğimden beri, rastladığım insanlar Türk geçmişim ile ilgili daha fazla anlatmamı istemesi ile bu konunun daha çok üzerine gitmeye başladım.  Sergi ailemle iletişim yollarımı da biraz daha fazla açmış oldu. Babamla mesajlaştım, o kuzenlerle mesajlaştı, kuzeni kendi annesi ile mesajlaştı, o başka bir kuzenle mesajlaştı. Böylelikle aile içinde bir iletişim ağı, nispeten karanlıkta kalmış bu yanımızı biraz daha açığa çıkardı. 

Dinlemek üzere olduğum aile hikâyesini keşfetmiş olmanın onu ne kadar heyecanlandırdığını görmemek mümkün değil. Bu heyecana ben de katkıda bulunmak istiyorum. Madem sohbetimiz sergiden aile hikâyesine dönmüş, konuşmamıza serginin olduğu Pera Müzesi’nden yürüyüş mesafesindeki Türk Musevileri Müzesi’nde devam edelim istiyorum. Bir sonraki röportajına daha yarım saat var. Müzemiz için çok hızlı bir tur olsa da, heyecanla yola koyuluyoruz.

Hızlı adımlarımız, heyecanın yarattığı anlatma hızını kesmiyor Katherine Behar’ın…

Evet, Behar, bir Sefarad soyadı. Babamın babası Ankara’da doğmuş. 5-6 yaşlarında iken ailesi ile birlikte Ellis Adası üzerinden New York’a yerleşmişler. Çok az bildiğim aile hikâyesine göre büyük büyükbabam David Behar, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunda savaşmış. Şunu da biliyorum Behar soyadı çok yaygın bir soyadı imiş.  Büyük büyükannem de bir Behar’mış: Sara Behar. Bir başkası ile nişanlı iken büyük büyükbabama rastlamış. Bir görüşte aşk! Nişanlısından ayrılıp başka bir Behar olan David’le evlenmiş. Daha da ilginci, Sara Behar’ın kızkardeşi de başka bir Behar ile evlenmiş. Benim hikâyeme geri dönersek... David Behar savaşta iken Sara Behar ilk oğlu, büyükbabam Joe (Joseph) Behar’ı tek başına büyütmüş. Savaş sonrası Amerika’ya giderken yine hamile imiş.  Birçok çocuk, kalabalık bir aile...” Ailenin Türkiye kökleri bu şekilde. Joe büyüyünce bir Aşkenaz Yahudisi ile, Joe’nun oğlu da bir Çinli hanım ile evleniyor. Katherine bu çiftin kızı.  Birlikte müzede geziyoruz. Kulaklıkları takmış kayıttan bir Ladino sohbeti dinlerken, biraz şaşkın, sözleri nasıl da net anladığını ifade ediyor. Dokunmatik ekrandan bir iki yemek tarifinin mailini atıyoruz posta kutusuna. Akşam oteline döndüğünde bunu Sefarad kökenlerini hatırlayan aile bireyleri ile paylaşacak. Diğer bir dokunmatik ekrandan güzelliği dillere destan Ankara Sinagogunun tarihini İzzet Keribar’ın fotoğrafları eşliğinde inceliyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz. Laf arasında büyük büyük amcasının bir haham olduğunu söylüyor: Sabetay Behar ismi dökülüyor dudaklarından... Araştırmak gerek, kim bilir belki yakın bir gelecekte hikâyenin daha büyük bir kısmına ulaşmak mümkün olur. Elde edilen bilgiler, dijitalleştirildikçe belki de teknoloji, geçmiş ile gelecek arasındaki görünmez bağları yeniden görünür kılmak üzere hizmet eder insana.

Ailenin Türkiye hikâyesi ile doğrudan ilgili olmasa da başka bir ilginç Behar deneyimi de Katherine’i birkaç yıl önce gittiği Madrid yakınlarındaki Bejar kasabasında buluyor. “Birkaç arkadaşımla birlikte bu küçük kasabaya vardığımızda, tam da festival zamanına denk gelmiştik. Açıkçası şimdi anlatacağım bağlantıyı seninle konuşmadan önce kafamda kurmamıştım.  Efsaneye göre, Emeviler İspanya’yı istila ettiklerinde, Bejar kasabası sakinleri, kendilerini savunmak üzere ormana saklanmışlar. Orada kendilerini çamurlarla kaplamış, yüzlerini yeşil maskelerle örtmüşler.  Ve Emeviler ormanın kıyısına geldiklerinde onları orman canavarlarıymışçasına korkutmak için önlerine fırlamışlar.  Bejar halkı, bugün hâlâ festivallerinde o anı canlandırıyor.” Katherine Behar’ın sanatsal pratiğinde, bu bilgiye haiz olmadan dahi teknolojik çöpleri yıllardır çamurla kaplıyor olması geçmiş yaşanmışlıkların bir şekilde DNA’larımıza kazınmış olmasından mıdır acaba? Ya da farklı görevlerimizden dolayı ayrı görünsek de bir olduğumuzun kanıtı olarak algılanabilir mi bu durum? “Ben de bu sergi ile tam bunu yapmaya çalışıyorum. Daha fazla sempati ile bakmayı öğrenmeliyiz. İnsanlara, evet. Ama bence makinelere de. Hepimiz ve her şey biriz çünkü.”