Kapitalizmin kirli yüzü

‘JOY’ filmini baştan sona sürükleyen Jennifer Lawrence En İyi Kadın Oyuncu Altın Küre Ödülünün galibi

Viktor APALAÇİ Sanat
20 Ocak 2016 Çarşamba

Yönetmen David O. Russell, Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper ile bu üçüncü işbirliğinde, acımasız ticaret hayatını, kapitalist sistemin kötü niyetli aktörlerini hedef tahtasına oturtuyor. Yaratıcı ve sanatçı ruhlu Joy, birbirlerine tahammül edemedikleri için boşanan nevrotik ebeveynlerinin, sonu yine boşanma ile neticelenen evliliğinin kötü izlerini geride bırakıp, fırsatlar ülkesi Amerika’da bir kadın girişimcinin başarılı olabileceğini kanıtlıyor. Filmdeki erkek karakterlerin tümü sahtekâr ve kötü niyetli. Dağınık senaryoda romantizm hiç yok. Biyografi-dram-komedi türlerini harmanlamaya çalışan, beklentileri karşılamayan film Jennifer Lawrence’ın hatırına izlenebilir.

 

Körfez Savaşı sırasında dört Amerikalı askerin çöldeki macerasını anlatan ‘Üç Kral/Three Kings’ (1999) ile adını duyuran David O. Russell, Jennifer Lawrence- Bradley Cooper- Robert de Niro üçlüsüne yer verdiği ‘Umut Işığım/ Silver Linings Playbook’ (2012) ile başyapıtına imzasını atmıştı.

Amerikan taşrasının sıkıcı banliyö hayatında geçen çarpıcı konusuyla öne çıkan ‘Umut Işığım’ filminden üç yıl sonra David O. Russell aynı üçlü oyuncu kadrosuyla ‘Joy’da banliyö hayatına dönüş yapıyor.

Dört kuşaktır yükselişe geçen bir ailenin kızı olan, girişimci ruhun temsilcisi Joy (Jennifer Lawrence), birbirlerine tahammül edemedikleri için boşanan nevrotik ebeveynlerinin ve sonu yine boşanma ile neticelenen bir evliliğin kötü izlerini geride bırakıp fırsatlar ülkesi Amerika’da bir kadın girişimcinin başarılı olabileceğini kanıtlamaya soyunuyor.

Bir baltaya sap olamamış, aklı bir karış havada, kadın düşkünü babası Rudy’ye (Robert de Niro), boşandıktan sonra yataktan çıkmadan bütün gün dizi seyreden sorumsuz annesi Mimi’ye (Diane Ladd), boşanmasına rağmen evinin bodrumuna sığınan müzisyen eski kocası Tony’ye (Edgar Ramirez) ve bakmak zorunda olduğu iki çocuğuna rağmen, Joy ‘normal’ bir hayat sürdürmeye çalışır.

Kadından kadına koşan, terkedilince yine yanına sığınan babasının son sevgilisi zengin bir kadın olan Trudy’nin (Isabella Rosselini) geliştirmekte olan bir projeye sponsor olmasını isteyen Joy bir tür süpürge/paspas icat etmiştir.

Çocukluğunda kâğıtlardan oyuncaklar yapan, yaratıcı ve sanatçı bir ruha sahip Joy, babasının tamirci dükkânının muhasebe işlerine yardımcı olurken ticari dehasını da kanıtlamıştır. Yaratıcılığı ile icat ettiği bir paspası üretime sokmak için inat ve sabırla mücadele eden Joy’un karşısına vahşi kapitalizmin tuzakları çıkar.

 

‘JOY’

 Yön ve Sen: David O. Russell

Gör: Linus Sandgren

Müzi: Michael Giacchino- David Campbell- West Thordson

Oyn: Jennifer Lawrence- Robert de Niro- Bradley Cooper- Edgar Ramirez- Diane Ladd- İsabella Rossellini- Virginia Madsen- Elisabeth Röhm- Susan Lucci

 

GİRİŞİMCİ BİR KADININ BAŞARI ÖYKÜSÜ

Annie Mumolo’nun iyi bir fikir içeren öyküsünden yola çıkarak senaryosunu yazan David O. Russell, acımasız ticaret hayatını, kapitalist sistemin kötü niyetli aktörlerini hedef tahtasına oturtmayı hedeflemiş.

Ancak önceki iki filmi ‘Düzenbaz/American Hustle’ (2013) ve ‘Umut Işığım’ın başarısını yakalayamamış. Fetiş oyuncusu Bradley Cooper’ın canlandırdığı efsanevi TV yöneticisi karakteri havada kalıyor, inandırıcı olamıyor.

Satış ve reklam dünyasını eleştirmek için bulduğu argümanlar inandırıcı değil, bazı yan karakterler yeterince işlenmemiş; film son 15 dakikasıyla tıkanıyor.

Yaratıcı iman gücü temalı, taşralı zeki bir kızın yükselişini ‘Erin Brockovich’i akla getiren bir başarı öyküsü formatındaki film ne yazık ki senaryosundaki zaafları ile vasatı aşamıyor. Ancak ‘Joy’, Hollywood genç kuşak kadın oyuncularının en yeteneklisi Jennifer Lawrence’ın mükemmel performansı için *** (üç yıldızı) hak ediyor.

‘Umut Işığım’ filminde, sorumlu taşralı Tiffany rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar Ödülünü kazanan Jennifer Lawrence, geçen hafta ilan edilen 73. Altın Küre Ödüllerinde, öyküyü tek başına sırtlayan performansıyla En iyi Kadın Oyuncu Ödülünü aktifine kattı.

Oscarların müjdecisi sayılan Altın Küre’deki bu başarısından sonra, güzel oyuncunun David O. Russell yönetimindeki bir başka filmde Oscar’a ulaşması hiç kimseyi şaşırtmayacak.

Genç bir kadının ailesinin ve çevresinin baskısına rağmen başarıyı yakalama mücadelesinde karşısına çıkan engellerin çoğu erkeklerden kaynaklanıyor.

 

SIKICI BANLİYÖ HAYATI

Filmdeki erkek karakterlerin tümü (sorumsuz baba ve eski koca, TV yöneticisi, ünlü TV sunucusu, patent hırsızlığı yapan paspas üreticileri) sahtekâr ve kötü niyetli.

Joy’un hayatını etkileyen erkeklerin tümünün üçkâğıtçı ve fırsat düşkünü olması, Joy’un kötü erkeklerin tümünü aşarak başarıya ulaşması pek inandırıcı değil.

Babaannenin anlatıcı sesiyle başlayan filmin senaryosu dağınık.

Bradley Cooper’ın canlandırdığı TV yöneticisi karakteri havada kalıyor. Erkekler dünyasına kapılarını kapayan, dizikolik Mimi bile eve gelen zenci tesisatçıyla yakınlaşırken, Joy ile yakışıklı TV yöneticisi arasında bir gönül bağı kurulacağı beklentisi bir yere bağlanmıyor. Çünkü filmde romantizm hiç yok.

Bradley Cooper, David O. Russell ile bu üçüncü işbirliğinde belki de kariyerinin en sönük performansını çıkarıyor. Günümüzün en büyük aktörü Robert de Niro bilinen rahatlığıyla rolünün hakkını verirken, İngrid Bergman’ın oyuncu kızı Isabella Rossellini kariyerinin sonbaharında rolüne ustalıkla asılıyor.

‘Joy’, 2000’li yıllarda ABD’de başıboş kalmış konut sektöründeki yozlaşmayı ve yaşanan çöküşü, Morgan Stanley ve Lehman Brothers gibi büyük bankaların iflasıyla neticelenen finans krizini anlatan Büyük Açık/ The Big Shot’tan sonra haftanın kapitalizm üzerine ikinci filmi.

Ama ne yazık ki biyografi-dram-komedi türlerini harmanlamaya çalışan bu Russell-Lawrence-de Niro-Cooper işbirliği bu kez beklentileri karşılamıyor.

 

‘SAUL’UN OĞLU’ ÖDÜLE DOYMUYOR

Dünya prömiyerinde izlediğim ‘Saul’un Oğlu’nun henüz Cannes’da ödül almadan, geleceği yeri ve ödül şampiyonu olacağını, Türk basınında yazan ilk kişi olarak, En İyi Yabancı Film Altın Küre Ödülünü almasından sonra mütevazı davranmayacağım.

Filmin projeksiyonundan çıkar çıkmaz ‘Saul’un Oğlu’nun Şoa’ya özgün bakış açısıyla, soykırım filmlerinin duygusallık tuzağına düşmeden, tokat gibi sarsıcı bir film olduğunu gazetem Şalom’a yazdım. Gazetem bu yazımı sürmanşette kullandı. Dört gün sonra dağıtılan ödüllerde ‘Saul’un Oğlu’nun Cannes’dan iki ödülle ayrılan tek film olduğu belli oldu.

 “ Bu film muhakkak ödül listesinde olacak” öngörümü ödüllendiren Şalom, ertesi hafta filmin yönetmeni Laszlo  Nemes  ile resmimi  yine sürmanşetten kullandı.

 Henüz ilk uzun metrajlı filmini gerçekleştiren bir yönetmenden beklenmedik bir beceriyle, Laszlo Nemes’in Holokost konulu filmlerde bir devrim yaptığında eleştirmenler fikir birliğine vardılar. Umutsuzluk ve trajediyi bu derece etkili işleyen film, sinematografik açıdan çarpıcı ve özgün mizanseniyle yenilik getiriyor. Film boyunca kamera sadece Saul’un yakın planından çekilmiş yüzüne odaklanıyor. Arka planda gelişen olaylar hep flu kalıyor ve Gestapo’nun sert emirlerinden oluşan ses bandı olup biten hakkında fikir veriyor. Seyirci büyük ve korkunç resmi yalnızca bu sesler aracığıyla kafasında canlandırmak zorunda kalıyor.

Filmin her yerini kavrayan şiddet beklenenin aksine izleyicinin gözüne sokulmaktansa sesler aracığıyla hayal gücüne bırakılmış.

 Laszlo Nemes, Auschwitz’de ölüleri yakmakla görevli  Saul  Alexander adlı bir Sonderkommando’nun  bir  gün oğlunun olduğuna  inandığı bir cesede  rastlamasıyla  yaşadıklarını anlatıyor. Gaz odasında zehirlenerek ölen çocuğun yakılmaktan kurtarılarak onu geleneklerine uygun bir şekilde gömebilmek için, Saul tüyler ürpertici bir maceraya atılır.

 Nemes, bir cesedin oğluna ait olduğunu fark eden bir babanın, haham arayışına girerek, klasik bir Yahudi cenaze töreni yapmaya çalışmasının yarattığı duyguları izleyiciye aktarıyor.

 Diğer Sonderkommando üyelerinin öldürülme sırasının kendilerine geldiğini öğrenmeleriyle ayaklanması ve bir kaçış planını yürürlüğe sokma kararına Saul destek vermiyor.

Saul’un onlara katılmayıp, daha önce bakımını üstlenmediği oğluna dair planını uygulamak için var gücüyle çabalaması çok anlamlı. Nemes, Cannes’da ödülü elinde katıldığı basın konferansında senaryo yazılımında Claude Lanzmann ‘ın ‘Shoah’ını referans aldığını söyledi.

Lanzmann filmi bu cümlelerle övüyor; “Çok özgün ve sıra dışı film, Sonderkommando olmanın ne olduğunu gerçekten hissettiriyor. Hiç melodramatik değil. Büyük bir alçak gönüllükle yapılmış”.

Cannes’da Coen Kardeşler başkanlığını yaptıkları jürinin kararını şöyle açıkladılar; “Filmden çıktıktan sonra 10-15 dakika birbirimizle hiç konuşmadık. Filmdeki dramın anlatılma şeklinden çok etkilenmiştik”. ‘Saul’un Oğlu/ Saul Fia’ bir ay sonra (19 Şubat) sinemalarımızda vizyona girecek.