Yıllar sonra Arthur Miller

Tiyatro sezonunun akılda kalan oyunlarına göz atmaya devam ediyoruz.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Eylül 2015 Çarşamba

Geçen mevsimin ilginç sürprizlerinden biri, modern tiyatronun en büyük yazarlarından Arthur Miller’ın yıllar sonra, hem de genç tiyatrocular tarafından sahnelenmesiydi.

Emre Koyuncuoğlu’nun yönettiği, Tiyatro Ti ve Bağlantısızlar ortak prodüksiyonu ‘Bedel’i yazılışından neredeyse yarım yüzyıl, ilk izleyişimden 45 yıl kadar sonra tekrar seyrettiğimde, öykü bildik, eskimiş demode geldi bana.

Buna karşın Tatavla Sahne’de Eraslan Sağlam’ın yönettiği, ‘The Crucible / Cadı Kazanı’nın yazıldığından 60 küsur yıl sonra bu kadar taze, bu kadar çağcıl, bu kadar güncel kalması, çok şaşırtıcıydı. Cüneyt Gökçer’in yönettiği Kerim Afşar’lı, Ayten Gökçer’li, Arsen Göze (Gürzap)’lı efsanevi prodüksiyonu defalarca izlediğimde, Miller’ın Senatör Joseph R. McCarthy’nin ve Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin binlerce insanın yaşamını karartışını 1692 yılında Salem kasabasında cadı olmakla ve şeytanla işbirliği yapmakla suçlanan insanların idam edilmeleri üzerinden anlatması bana biraz ‘uzak’ kalmış, oyun beni daha fazla etkileyici bir tiyatro olayı olarak büyülemişti. Bu kez, bu farklı ama çok başarılı prodüksiyonu  in-yer face mesafede izlerken, özellikle ikinci perdedeki yargılama sahnelerinin neredeyse bugünlerde yaşadıklarımızla bire bir örtüşmesi bütün izleyenleri fazlasıyla rahatsız ederek içine alıyordu.

Maçka G-mall kapandıktan sonra, Kanyon’daki yeni yerine taşınma aşamasında DOT bir yandan ‘Fight Night / Dövüş Gecesi’ne farklı kadro ile devam ederken, diğer yandan da sezonu bir (ama pir) bir oyunla, David Greig’in ‘Midsummer / İki Kişilik Bir Yaz’ıyla götürdü. Eğlenceli bir aşk hikâyesi anlatırken, son derece ciddi alt metinler içeren, otuzunu geçmiş orta sınıf insanının sorunlarına hüzünlü bir bakışla eğilen, iki oyuncusunun bol bol şarkı söylediği, dans ettiği, gitar çaldığı bu müthiş keyifli çalışma, benzersiz bir uyum, bitmez tükenmez bir enerji ve coşkuyla, anlatıcı-oyuncu olarak hem öyküyü anlatan, hem kendi kişileriyle beraber oyunun diğer karakterlerini canlandıran Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek’in elinde gerçek bir hit’e dönüşerek kapalı gişe oynadı. Tuğrul’un fazlasıyla hak edilmiş En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü sevinçle karşılarken, Gizem’in hakkının yenmiş olduğunu kaydetmek boynumun borcu. Güzel bir tesadüf, Tuğrul ödülünü yıllar önce ‘Kürklü Merkür’de ilk kez beraber sahneye çıktıkları, uzunca bir aradan sonra, Bernard-Marie Koltès’in tek kişilik ‘La nuit juste avant les forêts / Ormanlardan Hemen Önceki Gece’ ile tiyatroya muhteşem bir dönüş yapan Rıza Kocaoğlu ile paylaşıyordu.

gnlv, yeni mekânında ‘Yüksek Derece’ ve Site’yi etkileyici yeni yorumlarla sahnelerken, topluluğun demirbaşlarından Uğur Küçükdağ, kurduğu, kadına karşı şiddet ve kadının toplumdaki yerine odaklanan görme yeri adlı tiyatroda, yazıp yönettiği başarılı ilk oyunu ‘Gürültünün İçinde’nin bir tesadüf olmadığını ispatlayarak, yine kendi yazıp yönettiği, çok başarılı yeni projesi ‘Kimseye Bir şey Söylemeyeceğim’i de sahnelemişti. Her iki oyun yeni sezonda devam edecek. Kaçırmayın.

Birlikteliklerini Tiyatro Hâl’de sürdüren Iraz Yöntem ve Güney Zeki Göker özellikle Iraz’ın Atıq Rahimi’den uyarlamış olduğu ‘Sabır Taşı’ ile yılın çok iyi oyunlarından birini sahnelemişlerdi. Rahimi ile müşterek çalışmalarını sürdürecek olan ikili, halen farklı bir mekân arayışındalar. 

‘Tiyatro Mevsiminin Ardından’ diye başlık atıyoruz ama, aslında İstanbul yazın tiyatrosuz kalmıyor. Sanki sanatsız turizm mümkünmüş gibi, Beyoğlu’nun sanattan arındırılarak turistikleştirilmesi çabalarının mekânsız bıraktığı birkaç topluluk, tiyatroyu Karaköy-Eminönü eksenine taşıyarak yazın oyun sahnelemeye devam ediyor.

Başta Eminönü’nde 18. yüzyıldan kalma aile yadigârı  Ali Paşa Hanı’nın iki katlı sivri tuğla kemerlerin çevirdiği iç avlusunda, Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevindeki yaşamını ve eşi Piraye’ye olan tutkusunu anlatan ‘Yaşamaya Dair – Bursa Cezaevi’nden Mektuplar’ı sergileyen Genco Erkal var. Giderek İstanbul yazlarının klasiğine dönüşmekte olan oyunda, tiyatromuzun bu yılmaz savaşçısı, elindeki malzemeyi öyle bir kurgulamış ki, tamamı Nazım’ın şiirlerinden oluşan metin, savaşa, sömürüye, haksızlığa, baskılara başkaldırışının bedelini hapislerde çürüyerek, sürgünde vatan hasretiyle içi yanarak ödeyen şairin ‘mapushane’ yıllarından ‘sürgün’ yıllarına, Piraye hasretinden memleket hasretine, destansı bir yaşam öyküsüne dönüşmüş. ‘Ben Bertolt Brecht’den beri Genco ile ideal bir ikili oluşturan Tülay Günal, Nazım’ın kilometrelerce uzağında yaşasa bile, hep içinde taşıdığı, her an yanı başındaki ‘kadını’ canlandırıyor.

İki yıl önce Perşembe Pazarının arka sokaklarında bir tiyatro oluşturan, açıldığı günden beri de sahnesini yaz-kış açık tutan ikincikat’ta ‘Savaş ve Barış Oyunları’nın üçüncüsü önümüzdeki hafta başlıyor.

Mekân Artı satıldığında ‘sokakta kalmayı’ yeğleyen Tiyatro Artı oyuncuları, Karaköy’deki Saint-Benoît Lisesinin karşısında, köşede HSBC’nin bulunduğu sokağın içindeki adı gibi minik ve de çok sevimli Nano Café’yi merkez tutarak, Karaköy sokaklarında, yıllar önce yapmış oldukları ‘sokak tiyatrosu’na çok başarılı bir dönüş yapıyorlar.

 

Mekân Artı’da ‘O’ndan Sonra’

“Mekân Artı kapanmamış mıydı” diyecekseniz haklısınız ama, kapanan sadece mekânıydı. Ufuk Tan Altunkaya ve ekibi, tiyatro yapmaya devam ediyor; hem de Karaköy’ sokaklarında!

Tiyatro Artı, kurulduğundan beri siyasi-toplumsal duruşu olan bir topluluk. İzlediğim ilk oyunları ‘Katletme Üzerine bir Oyun Denemesi’, başkalarının başına gelen şiddet ve cinayetler karşısındaki umarsızlık ve duygusuzluğumuzun etkileyici bir eleştirisiydi. Peşinden gelen ‘Şiddet Üçlemesi’nin ana temasını da toplumsal ve bireysel şiddet oluşturuyordu. ‘Anne ve Babalar İçin Cinsel Bozukluklar Rehberi’, toplumsal ahlak ve cinsel tabuların hınzır bir eleştirisiydi. Sonraki çalışmaları, sanatsal başarıları kadar, döneme tanıklık eden, gelecek için belge oluşturabilecek oyunlardı: ‘Bizde Yok’ 1980’li yıllardaki kayıplardan Cumartesi Annelerine ulaşan yılları özetlerken, önümüzdeki yıllarda tamamlanacak şarkılı, çalgılı bir üçlemenin ilk iki bölümü ‘80’lerde ve 90’larda Lubunya Olmak’ LGBTİ’nin Türkiye’deki serüveninin tarihçesini yazıyordu.

Tekrar sokakların gerçekliğine dönerek gerçekleştirdikleri, Didem Kaplan’ın yazıp Ufuk Tan Altunkaya’nın yönettiği ‘O’ndan Sonra’, birbiriyle hiç bağlantısı olmayan dört kişiyi izleyerek hiç görmeyeceğimiz bir ana karakterin portresini başarıyla oluştururken, Karaköy’ün son yıllardaki değişimini de alan etkileyici bir anlatı-tiyatrosu denemesi.

Kaplan’ın, bankacı kadın (Ceylan Dizdar), oğul (Onur Adıgüzel), hizmetçi/yardımcı (Demet Ergün) ve aşık/rent boy (Candaş Çetinkaya)’un kısa öyküleri üzerine oluşturduğu metin, izleyicilere Ufuk Tan Altunkaya’nın kulaklıklardaki sesiyle aktarılıyor. Söz konusu dört karakter de, peşlerinde metni kulaklıktan dinleyen izleyiciler, Karaköy sokaklarında dolanıyorlar.

Dört küçük eskiz gibi duran bu dört kişi, bana Neşe Erdok’un büyük tablolarını çalışmaya başlamadan önce çizdiği pastelleri anımsattı. Kısmen çizilmiş ve boyanmış, ilk izlenimde tamamlanmamış gibi duran bu eskizler dikkatle, biraz da hayal gücü kuvvetli izleyici tarafından incelendiğinde beklenmedik bir bütünlüğe ve derinliğe ulaşırlar. Didem’in kişileri de bir yandan böyle bir bütünlüğe yönelirken, diğer yandan da öykülerin bağlayıcı harcı olan Tiraje’nin derinlemesine bir portresini çiziyorlar.

Oyunu ‘Yokuş Aşağı Emanetler’e benzetenlere kesinlikle katılmıyorum. Olsa olsa, Emanetler’in kentsel dönüşümü ele almasıyla ‘O’ndan Sonra’nın Karaköy’deki değişimi başarıyla belgeleyişi arasında tematik bir paralellik düşünülebilir.

Ama yapısal olarak iki oyun birbirinden çok farklı, hatta taban tabana zıt. ‘Emanetler’ seyircisinden bire bir katılım beklerken, ‘O’ndan Sonra’ izleyicisini fiilen ‘röntgenci’ye dönüştürüyor. Ancak burada çok farklı bir interaktif boyut var. Bankacı kadın hafif bir fenalık geçirdiğinde yoldan geçen arabaların yardım etmek için durması, ya da yoldan geçen birinin ona su vermesi,acı çeken Onur, kafasını duvara dayadığında gelen geçenlerin umursamazlığı, oyunu izlediğimiz gece peşimize takılan  kızın, biz Onur’dan ayrıldıktan sonra da onu takip etmesi, ve de,  gurubumuz aşığın peşinden giderken, polisin ‘ne oluyor’ diye bizleri durdurması gibi tüm ortamın, bilinçli ya da bilinçsiz, oyuna katılması söz konusu.

‘O’ndan Sonra’, dört farklı grubun, dört farklı noktada karakterlerin biriyle karşılaşması ile başlıyor ve her grup bir öyküden diğerine yol alırken, her oyuncu yeni gelen gruba konuşmasız oyununu tekrar oynamaya başlıyor. Ufuk Tan Altunkaya, dörder kez tekrarlanan oyunların zamanlama ve senkronizasyon sorununu rahatlıkla çözerek akıcı bir tempo elde ediyor ki bu, her izleyici gurubu için geçerli. ‘O’ndan Sonra’nın dört  genç oyuncusu da çok başarılı. Her biri sokaktaki herhangi bir gerçek insana dönüşerek ortamın bir parçası oluyor.

Bu arada, başta hizmetçinin üzerinde iğreti duran kürk olmak üzere başarılı kostümlerin ve bankacının ‘çakma’ yenilerinden, oğulun Cross’larına, hizmetçinin zar zor yürüdüğü topuklularından aşığın sivri burunlu ‘varoş’ pabuçlarına ayakkabı kullanımındaki zeki yaratıcılığının da altını çizmek gerek.

Sonuç, sağlam bir metin; farklı ve çok etkileyici bir deneyim. ‘Yeni’ Karaköy’ün bir müdavimi iseniz, yemeğe oturmadan önce 19.30-20.30 arası mutlaka oyunun bir parçası olun derim. Yok eğer Karaköy dönüşümünün yabancısıysanız, bu dört kişinin peşine takıldığınızda göreceğiniz, öğreneceğiniz çok şey var. Nano Café’nin lezzetli kahveleri ve olağanüstü limonatası da cabası.

Eylûl ayı boyunca Çarşamba, Perşembe, Cuma geceleri 19.30’da, Ekim’de Pazar Matinesi olarak devam ediyor. Mutlaka önceden rezervasyon yaptırın.

Hepinize iyi seyirler.