Herkesin anlatacak bir öyküsü vardır/ Bir zamanlar Edirne…

Halen ABD’de yaşayan Moiz Bayer çocukluğunun, gençlik yıllarının geçtiğini Edirne’yi ve o yıllarda şehirdeki Yahudi yaşantısını anlattı…

Dora NİYEGO Toplum
22 Şubat 2012 Çarşamba

1956’da Edirne, Kaleiçi semtinin Yahudilerin yoğun olduğu bir bölgesinde doğdum. İlkokulu Yahudi çocukların devam ettiği Şehit Asım İlkokulu’nda okudum. Edirne Lisesi’nden mezun oldum.  Babam şehrin eski doktorlarındandı. Onunla ve hastaları ile ilgili pek çok hatıram var. Üniversite için İstanbul’a gittiğimde Şişli’deki dairemizde yaşadım. Diş hekimliği mezunuyum. Yetmişli yılların sonunda ülkede siyasi ve ekonomik durum bozulunca, Amerika’da yaşayan amcam ve ağabeyimin teşvikiyle 1985 yılında Los Angeles’e göç ettim. Burada mesleğimi değiştirip solunum terapisti oldum ve değişik hastanelerde çalışıyorum. Senede en az iki kez Türkiye’ye gelirim.  Nostalji okumak ve yazmak en büyük hobimdir.

Çocukluğunuzda Edirne’de yaşayan Yahudilerin yaşantı şekillerinden bahseder misiniz?

Küçüklüğümde şehirde hala hatırı sayılır bir Yahudi nüfusu vardı.  Resmi sayıyı bilmiyorum ama dört yüz civarında olduğunu tahmin ediyorum. Ne var ki, her yıl ve hatta her ay nüfus azalıyordu. Özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail’e büyük göç olmuştu. Komşularımızın çoğu Yahudi’ydi. Bu Yahudi mahallesinde uzun yıllar yaşayan Müslüman komşularımızdan bazıları iyi derecede Ladino bilirler ve bazen bizimle bu lisanda sohbet ederlerdi.

Yahudilerin neredeyse tamamı serbest meslek sahibiydi. Edirne ticaretinin kalbi olan Direk Çarşısı, Ali Paşa Çarşısı, Çilingirler Çarşısı ve Saraçlar Caddesi’nde dükkânları vardı.  Birçoğu bezzazdı. Yani metre ile kumaş satarlardı.  En iyi müşterileri pazartesi günleri şehre gelen köylülerdi. Uzun yıllar sonra çocuklarının anlattığına göre, köylüler Yahudi esnafı kendilerine insanca davrandıkları için tercih ediyorlardı. Şehirde sarraf, tuhafiyeci, baharatçı ve zahireci olan Yahudiler vardı. Bazıları toptan bakkaliye işindeydiler, bazılarının da şekerleme imalathaneleri vardı. Birkaçının bahçeleri vardı, sebze ve meyve yetiştirirlerdi. Sokakta çiklet satan kişiler bile vardı. Bu arada beyaz peynir imalatçılarını yani mandıracıları  da unutmayalım.

Uzun süren kış aylarında Yahudiler evlerde toplanıp “kunkam” oynarlar, sohbet ederlerdi. Pazar günleri erkekler Eski İstanbul Yolu’nda yer alan kulüpte buluşurlar, kağıt oyunları ve tavla oynarlardı. Aynı kulüpte Purim’de çok güzel bir balo düzenlenirdi. Yaz aylarında ise eğlence olanakları çok daha fazlaydı. Şehir içinde yer alan açık kahvehanelerde bir araya gelirler ya da Meriç ve Tunca Nehri civarındaki parklarda buluşurlardı. Tunca kıyısında yer alan ‘Bülbül’ Bahçesi, bayanlar arasında çok popülerdi. Pazar akşamüstleri ise Yunan sınırında yer alan Karaagaç’taki Mehmed’in açık kahvehanesi Yahudiler ile dolup taşardı. Vişne ve ahududu ağaçları arasında yer alan bahçede Yahudiler sohbet ederler, daha sonra da beraberlerinde getirdikleri; kalavasuco, patlıcan kızartması, haşlanmış yumurta ve karpuz gibi yiyecekleri tahta masalar üzerinde yerlerdi. 

Yaz aylarında okulların kapalı olmasından yararlanan aileler, İstanbul’daki akrabalarını ziyarete giderler ve deniz banyoları alırlardı.

Anne, babam ve akranları eğitimlerini Alliance diye bilinen Yahudi okulunda yapmışlardı. Sekiz yıl süren eğitim Fransızca dilindeydi. Yahudi olmayan bazı öğrenciler de okula kabul edilirdi. Yaşıtlarımın büyük bir çoğunluğu ise Şehit Asım İlkokulu’na gittiler. Daha sonra Merkez Orta Okulu’na devam edip Edirne Lisesi’nden mezun oldular.  Liseden sonra İstanbul’daki üniversitelerde okumak bir şeref meselesiydi ve iyi okullara girebilmek için büyük mücadele verilirdi. Son elli senede Edirne’den yetişmiş çok başarılı Yahudi gençler olmuştur.

Yıllar önce şehirdeki nehirler henüz kirlenmediğinde “Sazan” balığı bolca bulunur ve Yahudilerce cuma akşamları yenilirdi. Ekşi erikle yapılan çeşidi pek popülerdi. Yine cuma akşamları kuru fasulye, frojalda, dana veya kuzu eti yenir, arkasından da evde pişirilmiş ve pişerken o güzel vanilya kokusu mahalleye yayılmış pasta yenilirdi.  Daha sonra da kabak çekirdeği çıtlatmak ve kahve-elbette Türk kahvesi içmek adetti.

Fırınlanarak pişirilmesi gereken gıdalar, evimizin hemen arkasında bulunan “Lazar”ın fırınına gönderilirdi.  Özellikle Cuma günleri üzerinde “biskoço” -kurabiye- bulunan tepsiler evimizin önünde adeta bir geçit yaparlardı. Bunun dışında yaz aylarında tepsilerdeki biber ve domates dolmalarının fırında pişerken çıkardığı o nefis koku iştahımı açardı.

Gençliğinizde Edirne’de gençlerin sosyal yaşantıları ve eğlence şekilleri neydi?  Bir dernek var mıydı?

 O dönemlerde Edirne gençlerinin de sayısı her geçen gün azalıyordu. Ailece İstanbul ya da İsrail’e taşınıyorlardı. Geride kalanların sosyal bir derneği yoktu ama sinagog bir bakıma gençleri bir araya getiren bir kuruluş gibiydi.  Rahmetli Rav Pinto’nun İstanbul’a taşınmasından sonra şehre gelen  Rav David Azuz, genç ve enerji dolu bir şahıstı. Şehrin geri kalan cemaatini, dini vecibelerini yerine getirmeleri için teşvik ediyordu. Özellikle gençleri sinagoga çekmek için çok çaba sarf etmişti.  Yazları küçük sinagogda İbranice dersler veriyor ve bazı günler de minibüs kiralayıp çocuk ve gençleri pikniğe götürüyordu. Çocuklarla çocuk, gençlerle genç ve yaşlılarla olgun olmasını biliyordu.  Cumartesi öğleden sonraları da bize ders verirdi. Ben İbranice harfleri okumakta çok zorlanıyordum. Hatırlarım, bir gün Şema duasını kitaptan okumam istedi. Ben sürekli hatalar yapıyor, Rav Azuz da biraz kızarak beni uyarıyordu.  Arkadaşlarımın yanında küçük düştüğümü sanarak ağlamaya başlamıştım.  Rav Azuz, bazı bayramlarda sinagogda gösteriler de düzenlemişti. 43 yıl önceki bir gösteride ben de İbranice bir şiir okumuştum. O gösterinin davetiyesini şimdi Fransa’da yaşayan bir hanım birkaç yıl önce bana göndermişti. Ilık bir mayıs günü düzenlenen o gösteriden sonra sinagog merdivenlerinde topluca resim çektirmiş ve bu resim Şalom gazetesinde yayınlanmıştı.

Yahudi gençleri derslerine çok önem verdiklerinden okul sonrası ve hafta sonları evlerine kapanırlardı. Aramızda dindar olanlar vardı ve okul nedeniyle her sabah olmasa bile her aksam sinagoga giderlerdi. Cuma akşamları ve cumartesi sabahları biz de onlara katılırdık. Bu arada sinagog bahçesinde oynar, sohbet eder, güzel zaman geçirirdik. Yaz aylarında ise hemen her gün parklarda ya da kafelerde buluşur; gelecekten, politikadan, İsrail’den bahsederdik. Akşamları da açık hava sinemalarından birinde hayranlıkla Amerikan filmi seyrederdik. Bunun dışında en az on beş gün için İstanbul’un sayfiye semtlerinde oturan akrabalarımızı ziyarete giderdik.

Yahudi bayramları nasıl kutlanırdı? Dini vecibelerden, geleneklere bağlılıklarından ve cemaatin bayramları kutlama şeklinden bahseder misin?

Çocukluğumda şehirdeki Yahudiler daha dindar ve geleneklere daha bağlıydılar. Yaz aylarında ve bayramlarda Büyük Sinagog kullanılırdı. Kış aylarında ise ısıtılması daha kolay olan ve büyüğünün hemen yanında olan küçük sinagog kullanılırdı. Sinagog haftanın her günü sabah ve akşam duaları için açıktı. Cuma akşamları ve cumartesi sabahları ise dolup taşardı. Cumartesi sabahları biraz geç de olsa sinagoga gittiğimde yaşlılardan oluşan “Maftirim” korosunun şarkılarını hayranlıkla izlerdim. Gençler için de sinagog bir buluşma yeri gibiydi. Hatta Büyük Sinagog’da çocuklar için ayrı, gençler için ayrı bir bölüm düzenlenmişti.  Özellikle çocuklar dualar arasında sohbet ederler ve Rav da bir dereceye kadar tolerans gösterirdi.

 Pesah’dan önce evlerde hummalı bir çalışma başlardı. Evler Roman kadınlara iyice temizletilirdi. Bakir kap kacaklar, lehimciye gönderilir, köylülere sepet sepet yumurta ısmarlanırdı. Birkaç gün öncesinden ağız sulandıran çeşitli bayram yemekleri pişirilirdi. Seder geceleri akrabalar bir araya gelir, Agada’nın hemen her cümlesine yorumlar da getirildiğinden yemek bir hayli gecikirdi. Pesah’tan bir kaç gün önce Şekerci Kaneti’ye benim de favorim olan “Dulse Blanko” ısmarlanır ve bu tatlı Pesah boyunca eve gelen misafirlere ikram edilirdi.  Pesah bir hafta süren ve çok mutlu geçen bir bayramdı.

Purim Bayramı’nda o yıl içerisinde bir yakınını kaybetmiş ailelere “Mavlaç” şekeri verme geleneği vardı. Kırmızılı beyazlı ve çeşitli şekillerde satılan mavlaç şekeri bir tepsi üzerinde sözü geçen evlere gönderilirdi.

Purim’de şehirdeki Yahudi kulübünde düzenlenen geleneksel bir balo vardı.  Caz diye tabir edilen küçük orkestranın çaldığı şarkılar eşliğinde cemaat dans ederdi. Havana Nagila gibi hareketli şarkılar çaldıklarında ise pistte yer kalmaz, salonun ahşap döşemesi zelzele oluyormuş gibi sarsılırdı.

Sonbaharın o güzel günlerine rast gelen Roş Aşana ve Yom Kipur’dan önce de evlerde temizlik yapılır, geleneksel yemekler pişirilirdi  Bu bayramlarda en yeni takım elbiselerin giymiş beyler ve bazı bayanlar neşe ile Büyük Sinagog’a doğru yürürlerdi. Bayram günleri kimse işe gitmez, sinagog sonrası yenilen yemekten sonra birbirlerini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretler sırasında benim dikkatimi çeken bir ikram seremonisi de vardı: Ev yapımı elma, ayva ya da asma kabağı reçeli, porselen bir çanak içerisinde ve gümüş bir tepsi üzerinde misafir odasına getirilirdi. Tepside ayrıca uzun ve ince bardaklar ve içerisinde  soğuk su ve her bardağın içerisinde gümüş kaşıklar bulunurdu. Reçeli yiyen misafir kaşığı bardağa daldırıp suyu sonuna kadar içerdi.

 Daha sonra Meriç ve Tunca kenarlarında gezilir ve aksam duası için sinagoga hareket edilirdi.

Sukot Bayramı’nda sinagog bahçesinde güzel bir Suka inşa edilirdi.  Dışardan getirilen işçilerin de yardımıyla düzenlenen Suka’nın tavanından kavun, nar, ayva ve üzüm sarkardı.  Suka’nın altında toplanan cemaat üyeleri dualar sonunda şarap içer, üzüm ve peksimet yerlerdi. Bu arada, hayattan göç etmiş akrabalarının adına Suka’ya peksimet bağışlayan kişiler de vardı.

Las Frutas diye bilinen Tu Bişvat Bayramı’nda da akraba ve komşular buluşurlar, geleneksel yiyeceklerden tadarlardı.

Savuot Bayramı,  okulların henüz kapandığı ve kara iklimine sahip olan Edirne’de havaların nihayet ısındığı bir zamana rastladığından çok sevdiğim bir bayramdı. Bu bayramda, pirinç, şeker ve sudan ibaret “Prihitol” denen bir tatlı pişirilirdi. Tarçın ya da gül suyu ile ikram edilirdi. Ayrıca Şavuot Bayramı’nda masalar tertemiz örtülerle kaplanır, masa üzerinde de porselen bir  vazo ve içerisinde de hemen her evin bahçesinde yetişen güller bulunurdu. 

Sinagogda Bar-mitzva ve birkaç düğün de düzenlenmişti. Bar-mitzvamda şehirde din adamı olmadığından İstanbul’daki Mahazike Tora’da öğrenci olan Edirneli bir genç dini törenimi yönetmişti. Ayrıca yine din adamı olmadığından Cemaat Başkanı Rahmetli Yuda Romano bu görevi üstüne almış ve sinagog tamamen kapanıncaya kadar bu görevi devam ettirmişti.

Cemaat üyeleri vefat ettiklerinde, bugün tamamı şehir içerisinde kalmış olan Yahudi Mezarlığı’nda defnedilirdi. Sinagog bahçesinde simsiyah bir cenaze arabası-elbette at arabası- beklerdi. Bu arada vefat etmiş kişinin temizlik işlemleri de yine sinagog bahçesinde bulunan bir binada yerine getirilirdi.

Yahudilerin geniş toplumla iletişimleri nasıldı? Asimilasyon var mıydı?

Zamanımda asimilasyon yoktu.  Aileler çocukların Yahudi ile evlenmesini ilk şart olarak görürlerdi ve zaten aksini düşünmek mümkün değildi. 

Yahudilerin geniş toplumla ilişkileri mesafeli idi. Bayanlar pencereden pencereye dakikalarca sohbet ederler ama onları evlerine nadiren davet ederlerdi. Erkeklerin geniş toplumla ilişkisi ise daha çok iş konusundaydı. Bazen kahvehanelerde bir araya gelirler, çay içip tavla oynarlar ama bundan öteye pek gitmezlerdi.  Aynı iş yerinde çalışan Yahudiler ve geniş toplum üyeleri aralarında çok iyi geçinirler, ancak iş sonrası ailece bir araya gelmek çok seyrek görülürdü.

Yahudi çocuklar, komşu ve okul arkadaşlarıyla sokakta oynayıp eğlenirlerdi. Yahudi gençler hemen her zaman kendi aralarında kaynaşırlardı. Ama bazen aralarına üniversiteden arkadaş diğer gençleri de alırlardı.

Geniş toplum üyelerinin Yahudilerle ilişkileri genellikle çok iyiydi ama bazı sözsel taciz olayları da görülürdü. Özellikle çocukluk yıllarımda ben buna şahsen çok şahit oldum. Bunu yapanlar Yahudileri en az tanıyan ve uzak mahallelerde yasayan şahıslardı. Kaleiçi gibi Yahudilerin yoğun şekilde yaşadığı mahallede, uzun yıllar Yahudilere komşu olan geniş toplum üyeleri ise, Yahudileri hiç bir zaman incitmezlerdi. Bu arada iş dünyasında da rekabet ve kıskançlık dolayısıyla tatsız olaylar meydana gelmişti.

Bugünkü yaşantıdan farklı olan ve en çok özlemini çektiğiniz şeyler nelerdir?

Edirne’de okuldan ya da iş yerinden çıkınca Saraçlar Caddesinde bir aşağı bir yukarı tur atar ve bu arada onlarca tanıdığa rastlar, ayaküstü sohbet eder dertleşirdik. Parklara, kafelere yürüyerek ve kolayca ulaşır, günün yorgunluğunu atardık. En sevdiğim de akşamları ama daha çok hafta sonları bize gelen Yahudi komşularımız ve yaptığımız hararetli sohbetlerdi. Televizyonun mevcut olmadığı o günlerde herkes birbirine konsantre olurdu. Dedikodu da yapardık, günün politikasını da tartışırdık. Havraya gittiğimizde cemaat üyelerinin tamamını orada görmek mümkündü. Nüfus sayımını orada yapsanız doğru sonuç verirdi!  Büyük şehrin sorunları Edirne’de mevcut değildi, sakin ve daha az stresli bir hayat yaşardık.

En çok özlediklerim arasında komşu ve arkadaşlarla saatlerce yaptığımız sohbetler ve küçük sinagogda hayranlıkla dinlediğim dini şarkılardır. Çok uzun yıllar sonra bile onlara benzer şarkılar işittiğimde kırk sene, elli sene öncesine gider, hatıralar denizi içinde boğulurken, çoğu aramızda olmayan büyüklerimizi de hatırlayarak gözlerim yaşarır.

Bugünkü medeniyetin eşiğinde yaşıyorsunuz. Bir karşılaştırma yapmanız gerekirse, yani artıları ve eksileri düşünerek neler söyleyebilirsiniz?

Hayatta bir şey elde etmek için diğerini vermek zorundayız. O eski günlerde bırakın evimizde, mahallede bile telefon yoktu. Örneğin doktor olan babam köydeki bir hastasına gittiğinde eve geç dönse meraktan çatlardık. Evde bugün sahip olduğumuz kolaylıklar yoktu.  Mesela, Edirne’ye özgü “Frojalda” yi pişirmek üzere mahalle fırınına yollardık. Ailece bir lokantaya gitmek kimsenin aklına bile gelmezdi. O günler daha sağlıklı yerdik, fast food yoktu, hazır yemek yoktu ama günün tıbbi teknolojisi de çok geriydi.  Birisi ağır hasta ise, eve doktor çağrılır, ilaçlar verilir, eğer iyileşmezse kendi yatağında ve sevdiklerinin arasında hayata veda ederdi.  Yıllar geçti, batıda çoktan beri var olan kolaylıklar bize de geldi. Bugün batıda ne varsa Türkiye’de de bulmak mümkün. Ancak yeni teknoloji o eski dostlukları, o eski güzel ilişkileri de azalttı. Eskiden akşam yemeğinde bütün aile bir araya gelir, günün değerlendirmesini yaparlardı. Şimdi çocuklar yemeklerini bilgisayarın başında yerlerken, yemek masasındaki bey gözlerini ekrandaki futbolcudan ayırmıyor, belki eşi de cep telefonuyla konuşuyor lokmasını çiğnerken...