Kazanma alışkanlığı

<p> </p>

Köşe Yazısı
1 Şubat 2012 Çarşamba

ALP ALKAŞ


Yarı final maçında yaklaşık dört saat 50 dakika süren bir mücadelede Andy Murray’i müthiş bir geri dönüş ile elemesine karşın, otoriteler geçen seneyi domine eden Djokovic ile rakipleri arasındaki farkın kapanmakta olduğunda uzlaşmışlardı. Üstelik yarı finalin yorgunluğu da eklendiğinde formda bir Nadal’a karşı pek az kişi Djokovic’e şans veriyordu. Oysaki geçen sene Nadal ile oynadıkları altı finalden de galip çıkmıştı.

Maça Nadal hızlı başladı ve ilk setteki agresif oyununun karşılığını setin ortasında rakibinin servisini kırarak aldı. Fakat sonraki iki seti Djokovic kendi yüksek standartlarının da üstünde bir oyun ile kazanmasını bildi. Geçen seneki finallerin bir benzerini izlemeye başladığımızı sandığımızda ise Nadal teslim olmayan yüzünü göstermeye başladı. Seyirci desteğini de arkasına alan Nadal bir ara yağan yağmur dolayısıyla oyuna verilen arada da momentumunu kaybetmeyip tie-break’te de olsa seti kazanmasını bildi. Dengeli başlayan son sette Nadal oyunlar 3-2 kendi lehineyken servis kırıp durumu 4-2’ye getirdi. Bu sırada Djokovic’in hem beli hem de hem de bacak arkasında kasılmalar kendisini rahatsız etmeye başlamış, uzun rallilerden sonra bir iki kez de kendini yere bırakıp soluklanmak durumunda kalmıştı. Son 48 saatte kortta geçirdiği sekiz saatten sonra bile inanılmaz bir kararlılıkla sonraki oyunda Nadal’ın servisini kırmayı başardı. Sonrasında karşılıklı alınan oyunlardan sonra 5-5’te Djokovic bir kez daha rakibinin servisini kırdı ve son oyunu da kazanarak şampiyonluğa ulaştı.

Burada dikkat edilmesi gereken iki temel nokta olduğunu düşünüyorum. Birincisi, müthiş yeteneklerine rağmen bir türlü istikrarlı şekilde başarılı olamayan Djokovic’te yaklaşık son bir senedir gözlemleyebildiğimiz mental değişim. Kendisi, Sırbistan’ın David Cup zaferinden sonra kendine olan güveninin yerine geldiğini söylüyor. Hatırlarsanız, daha önceki senelerde momentumu kaybeden Djokovic sürekli mazeretler üreten, sağlık ekibini sahaya çağıran, hatta 2010 ATP Finals’da Nadal karşısında lensleriyle problem yaşadığı için defalarca tuvalete giden bir oyuncuydu. Bu mazeretlerin aldatmaya yönelik olduğunu iddia edecek değilim ama bu durumların hep momentumu kaybettiği ve maçın aleyhine gelişmekte olduğu anlarda olduğu gerçeğini de inkâr edemeyiz. Bunu bir tür mental zayıflık olarak görmek ise çok da anormal olmayacaktır. Oysaki yenilenmiş ve başarıya nispeten alışmış Djokovic tükenen enerjisini karşın beşinci sette servisini kırdırdıktan sonraki oyunda bile geri dönüp sonraki oyunda Nadal’ın servisini kırabilecek kadar güçlenmiş. Hatırlarsanız geçen sene US Open’da Federer’e karşı da son sette geriye düştüğünde seyircinin müthiş Federer desteği sonrasında seyircinin dünya bir numarasına (kendisine) yaptığı saygısızlığa kızgınlığını motivasyona çevirip geri dönmüştü.

Djokovic’teki güçlenmeyi sadece mental olarak değerlendirmek de aslında durumu oldukça basite indirgemek olacak. Nadal’ın yeteneğini müthiş bir fizik gücüyle birleştirmesinin faydalarını iyi gözlemleyen Djokovic ve ekibinin bu konu üzerine de özel çalışmalar yaptığı biliniyor. Geçtiğimiz sene kasım ayında, ciddi bir sezon öncesi kondisyon yüklemesi yapan Djokovic, antrenman düzenindeki teknik ve fiziksel dengeyi de ciddi şekilde değiştirdi. Geliştirmiş olduğu vücut esnekliği ekran başında bize yetişmesi bile imkânsız gözüken pozisyonlardan bile winner’lar çıkarmasını sağlıyor. Dikkat ederseniz, sert kortlarda bile toprak korttaymışçasına bacaklarını esnetip vücut dengesini çok iyi ayarlayabildiğini görebilirsiniz.

İşte bu mental ve fiziksel gelişim, Djokovic’i olmasını beklediğimiz yere geç de olsa getirdi. Bu durum bana hep ortaokul basketbol koçlarımdan birisinin dediği “Winning is an attitude” (Kazanmak bir tutumdur/alışkanlıktır) perspektifini hatırlatıyor. Djokovic ise bu alışkanlığı sağlamış durumda. Acaba bu tutum onun, senelerdir Federer’den beklediğimiz Grand Slam’i tamamlaması için yeterli olacak mı?