Dans etme zamanı

Neden adil olmayan ve kötü olan daha çok galip geliyor da, adil ve iyi olan daha çok mücadele ediyor bu hayatta?

Canım çok sıkılıyor, çok!

twitter.com/basyazar

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
11 Ocak 2012 Çarşamba

Canım fena halde sıkılıyor. Ama bilirim ki, ne zaman sıkılsam, ruhumun derinliklerindeki “adalet bölgesinde” bir kavga halim vardır. Postmodern hayatın şeklinden midir, yaşadığımız coğrafyanın özelliğinden midir, yoksa ülkemde sürekli ruhunu Şeytan’a satanları kafaya taktığımdan mıdır bilinmez, lakin Aristo’nun en yüksek erdem noktası olarak tanımladığı adalet meselesinde sorunum var bugünlerde.

Ve böylesi bir hissiyat dönemindeki sıkıntılı gündüzlerin kapkaranlık gecelerinde, kendimi ya Kafka’nın Josef K’sı olarak görür, ya da gaddar bir Nazi subayının emrindeki kamp çalışanı olarak.

İster paranoya deyin, ister Zeitgeist’ın yol açtığı ruhsal deformasyon deyin, umurumda değil.

Zira acı çekiyorum zaman zaman...

İçinde yaşadığımız modernite ve onun bize buyurduğu yaşam değerlerinin adalet duygumuzda ciddi hasarlar meydana getirdiğini anladım.

Neden adil olmayan ve kötü olan daha çok galip gelebiliyor da, adil ve iyi olan daha çok mücadele ediyor ve hak ettiği yeri alamıyor?

Yoksa, postmodern hayatta neyin doğru, neyin iyi, neyin suç, neyin hak olduğu ayırımı bulanıklaşmış mı durumda?

Emmanuel Levinas, adalet meselesine epey takmış bir 20. yüzyıl felsefecisi olarak bize armağan ettiği ‘öteki’ kavramı ile adaletin, ancak ve ancak bizden öteyi de kaale alarak yerleşebileceğini söylemiştir tüm eserlerinde. İnsanın insan için, yani ‘öteki’ için de yaşadığı bir dünya özlemi içinde yanıp tutuşmuştur Levinas. Talmud okumalarından yola çıkarak başkalarının da sorumluluğunu her daim kendinde hisseden bir derin düşünürdür Levinas. Mutlak adaletin sağlanmasında sorgusuz ve sualsiz olarak öteki’yi de gözeten bir yaklaşım onun ana yoludur. Sorumluluk duygusunu öylesine ileri götürmüştür ki, başkalarının sonuçlarından da bireyin sorumlu olduğunu söyler.

Aslında Levinas’ın yaklaşımı Tanrı inancının ve ona bağlı kutsiyet algısının giderek anlamını yitirdiği modernite döneminde adaletin sağlanmasına yönelik birey çıkışlı bir adalet çizgisi arayışıydı.

Dostoyevski de, özellikle “Suç ve Ceza”da gelenekçi, kutsal adalet anlayışının modern bireye cevap veremeyeceğini görmüş, lakin aynı bireyin içinde dolaştığı rasyonel adalet anlayışının da çıkar yol olmadığına inanmıştı. Kahramanı Raskolnikov’u, adaletsizlik karşısında yaptığı eylemlerin adaleti sağlayamadığına ikna ettirmeye çalışmıştı “Suç ve Ceza”da. Ve Dostoyevski’ye göre adaleti sağlayacak tek unsur, vicdan’dı; ‘ötekiyi görebilmek’ anlamında vicdanını duymaktı...

Var mı vicdanına başvuranınız?...

Franz Kafka ise 20. yüzyılın en kötümser adalet arayıcısı yazar olarak insanlığa hediye ettiği, ünlü “Dava”sında Josef K’ya adaletin ne olduğunu sorgulatır tüm eseri boyunca. Ne için suçlandığını bile bilmeyerek ölüme giden yolda kimi zaman hırslanarak kimi zaman da duyarsızlaşarak debelenen kahramanımız, modern adalet sisteminin aslında hep bir bekletme sonunda, alması gereken haklara kavuşamadan ölen insanı simgeler.

Oysa ki, mutlu yaşamın kaynağı adalettir, adil olmaktır, adil davranılmaktır.

Yoksa tek umudumuz Dostoyevski’nin vicdanı mıdır?

***

Rönesans’ın başlarında, adaleti simgelemek için yapılan resimlerde çoğunlukla dans eden kadınlar figürü vardır. Adaletin vaadi olan, saadet ve neşenin işaretidir dans.

Adalet ve barış içinde, özgürlük ve mutluluk dolu yaşamdan, “gaudium”, yani neşe elde edildiğini simgeler o erken Rönesans figürleri.

O halde dans etmek için daha ne kadar bekleyeceğiz ey vicdan?