Laissez faire

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
7 Eylül 2011 Çarşamba

Türkiye’nin gurur duyduğu sanatçıları sporcuları vardır. Yetiştirdiğimiz için milletçe içimiz içimize sığmaz, göğsümüz kabarır. Ama gelin görün ki, bu değerli insanlar uluslararası platformlara çıktıklarında bizi hep dile düşüren, Türkiye’nin azametli imajını yerle bir eden demeçler vermekte veya eserlerinde ülkemizin kanayan yaralarını işleyerek kendilerine prim almakta, biz sade vatandaşları ise mahcup etmektedirler!  Tabii ki bu lafım bir ironi, zira şahısların Türkiye’nin reklam panosu olmak gibi bir misyonu olmadığından bir ülkenin imajını korumak / bozmak gibi bir acendaları olmasını gereksiz görenlerdenim. Eserler ve demeçler aracılığıyla yapılan bilgi ‘sızdırmanın’  geçmişte pek çok örneği vardır.

Örneğin Orhan Pamuk Kar adlı romanında Kars bölgesine yaptığı bir yolculuğun içinde, doğudaki başörtüsü baskısını örneklendirerek açıklamıştı. Başka platformlarda da Kürtler ve Ermeniler hakkında (kendince doğruluğunu araştırdığı)  tarihsel verileri dile getirdiği için vatan haini addedilmişti. Verdiği verileri taraflı bulanlar Orhan Pamuk’un vatandaşlıktan ihraç edilmesini istemişti.

Örneklemeye devam edersek, aklıma eskilerden Fazıl Say, yenilerden ise Elif Şafak ve Arda geliyor. Fazıl Say 2007’de bir Alman gazetesine verdiği demeçte Türkiye’de müzik sanatının küçümsendiğini, okullardan kaldırılmaya çalışıldığını, kendisinin Avrupa’da kültürlerarası elçi seçildiği halde Çankaya’daki davete çağrılmadığını, kendisi gibi düşünenlerin azınlıkta olduğunu ve böyle giderse yurt dışına gideceğini söyledi. Tabii ki hızlıca herkes taraf oldu, haklı mıydı, yoksa hain miydi… Hâlbuki Johnny Depp George W. Bush ikinci kez başkan seçildiğinde “Bunun gibi …’nin yönettiği bir ülkede çocuklarımı yetiştiremem,” tarzı ağır laflar etmişti. Kimse Amerikalılığa hakaret, yüce devlet görevlisine dil uzatma şeklinde hapis istemli davalar açmadı,

Gelelim Arda Turan’a. Arda, Kazakistan’la yapılan eleme maçı sonrası konuşurken, galibiyeti şehit ailelerine armağan edip, ölümlerin bitmesini istediğini, iki tarafın da evlat ağabey, kardeş olduğunu dile getirdi.  Sözlerine pek çok siyasi kulplar takılıp vatanın birliğini yaralayan bir kimlik kazandırıldı. Yurtdışına kapağı atan her meşhur gibi atıp tutmaya başladığı söylendi. Maç sonrası heyecanı ile aklınca bir dostluk mesajı vermeye çalıştı, Ama kanayan yürekleri üzdü ve kızdırdı.

En son örneğim de bugünlerde çok bahsi geçen Elif Şafak’tan. Şafak, Oray Eğin’in de listelediği gibi, önce Ermeni meselesini (Baba ve Piç), sonra Sufizmi,(Aşk) şimdi de çorba şeklinde töre – göçmenlerin adaptasyon zorluğu ve yabancı düşmanlığını (İskender) alıp bir kurgu içerisinde bize sunuyor. Konu seçimini yadırgamıyorum. Zira Türkiye’nin bir romancı tarafından tanıtılmaya ihtiyacı yok, çeşitli kaynaklar zaten herkese açık. Ne de olsa ağızda bir tat bırakmak amaç.  Kendisine Pamuk gibi Nobel yolunu açacağını düşündüğü konuları deşmesine tamam diyorum,  ancak ödül yolunun henüz kendisine uzak olduğunu görebiliyorum. Ticari başarıyı öncelik olarak belirleyip konu derinliğini önemsemediği için.

Kısacası demek istediğim şu: şahısları kendilerini lanse ettikleri format için asıp kesmenin bir anlamı yok. Her laf yerin çektiği kadar ağırdır. Her koyun kendi bacağından asılır. İşidir insanın aynası… Dışarıya yansıyan kadarını bir ülkenin bütün gerçeği sananlar sadece dar görüşlülerdir. Bugün iyi diyenler, yarın kötü derler, buna bel bağlamak ve kontrol etmek imkânsızdır.  Ben insanları evrene havale ediyorum. Laissez faire, bırakın yapsınlar…