GELENEKSEL DEĞERLERİMİZ/ Tsedaka-Mezuza

Coya DELEVİ Kavram
6 Ocak 2010 Çarşamba

Birkaç hafta önce başladığımız bu yazı dizisinde yine  Tora’da belirtilen bir diğer Mitzva’dan, ‘Tsedaka’ kavramından söz edeceğiz. Tanımlamasını şu şekilde yapabiliriz: “Toplumsal dayanışmaya yönelik hizmet ve bağış”. Tsedaka sözcüğünün Türkçe karşılığı da, çok ufak bir fonetik farkla, Sadaka’dır. Tsedaka denince aklımıza ilk gelen, ihtiyaç sahibine maddi, yani parasal bir yardımda bulunmaktır. Zaman içinde, dinimiz kuralları gereği bu kavramı o kadar basite indirgemenin yanlış olduğunu farkettim.

Antik çağlardan beri, Yahudilikte her Mitzva’da olduğu gibi, Tsedaka da Tora’dan kaynaklanır. Cep takvimimizde (Halila) Mitzva için şöyle diyor: “Mitzva:Dini emir.(Tora’da yapılması gereken 248, yasaklanan 365, toplam 613 emir vardır)... Tora da şunu okuruz: “...Ülkende hasat yapacağın zaman, toprağının bir köşesindeki ekini toplamadan bırakacaksın. Bağında kalmış üzüm dallarını da toplamıyacaksın. Yere düşmüş olan taneleri de toplamıyacak, onları yoksula ve yabancıya bırakacaksın.” ( Vayikra-19:9-10)

Görüldüğü gibi, Tsedaka dinimizin emrettiği önemli bir görev, hatta bir mecburiyet. İyi bir Yahudi, kendisinden yardım isteyen bir kişiye asla sırtını dönmemeli. Yardım istemek, muhtaç insanın hakkıdır. Ve bu yardım isteğine cevap veren, bir “Mitzva”ya uyduğu, yardımı gerçekleştirdiği için manen huzurludur. Bilgelerimiz şöyle der: “...böyle bir  Mitzva’yı yerine getirenler aslında kendilerine bu anlamlı yardımı yapma fırsatını ‘bahşeden’ muhtaç kişiye minnet duymalıdır....”

Bu yapabileceğimiz küçük, büyük yardımlar çeşitlidir. Bunlar bir ölçüde vicdani görevimiz. Örneğin, ara sıra kimsesiz yaşlıları, tıbbi gereksinimi olanları ziyaret etmek, gelin olacak maddi sıkıntıdaki genç kızlara yuva kurmada yardım etmek v.s... Kanımca, görevlerimiz içinde en önemlisi, yaşlı anne, babalara olan yükümlüklerin aksatılmaması...

Bütün bu anlamlı yardımlar ‘Gemilut Hassadim’ ilkesine dayanır. Basit bir ifadeyle bu kavramı -hayır işleri yapma- şeklinde açıklayabiliriz. Aslında bunu çok daha geniş bir çerçevede algılamamız gerekir. Yahudilikte ‘Gemilut Hassadim’ daima Tsedakayı her yönüyle uygulama anlamını taşımıştır. Bunları tam olarak anlatabilmek için benim kesinlikle yeterli bilgim ve (belki) yetkim de yok. Ancak şu an, nerede okuduğumu anımsayamadığım bir sözü nakledebilirim: “Yahudilikte herhangi bir metni ya da bir dini geleneği yorumlamak, ancak ‘Talmud’un öğretisini incelemekle mümkündür. Tsedaka olgusunu da her zaman Peygamberlerimizin örnek yaşamlarında görürüz.” Özellikle, Tsedaka’yı uygulayan kişi bir ‘Tsadik’tir, yani doğru ve adildir.

Bir diğer önemli geleneğimiz de, Tanrı’ya olan inancımızın somut örneği ‘Mezuza’dır. Bizi, yakınlarımızı, yuvamızı kötülüklerden koruduğuna sarsılmaz bir inancımız vardır. Evden çıkarken ya da eve girerken Mezuza’yı öper, bu şekilde Tanrı yolunda devam edeceğimiz sözünü veririz. Tora yüreklerimizde daima Tanrı Aşk’ını yaşatmamızı ve bu Aşk’ı çocuklarımıza aşılamayı buyurur. (Devarim 6: 6-9) (11: 12-20).

İspanya’dan sürüldükten sonra, Osmanlı’nın geniş topraklarına yerleşmiş Sefaradlar dinsel geleneklerinin yanı sıra, diğer örf ve adetlerini, folklorik geleneklerini de getirmişlerdir. Bunları özenle, sadakatle korudular. Sefarad mutfağı, müziği, düğün veya diğer ritüeller, dini bayram kutlamaları v.s. ninelerimiz zamanlarının çoğunu evde geçirir, mecbur olmadıkça dışarı çıkmazlardı. Diyebiliriz ki, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’na dek, özellikle Balkanların Kudüs’ü anılan Selanik Sefarad Toplumu, tüm gelenekleri koruyabilmiş bir toplumdu.

Folklorik geleneklere örnek olarak, günümüzde sayıca çok küçülmüş bu toplumdan söz edeceğiz. Arasıra Michael Molho’nun “Usos y Costumbres de los Sefaradies de Salonica” adlı eserinden kısa pasajlar alacağız. Yazımın amacını aksettirecek daha uygun bir anlatı bulamazdım sanıyorum. “Gettolarda yaşama zorunlulukları yoktu, ama Müslüman ve Hiristiyan toplumlarından ayrı, kendi ‘Maalle’lerinde, ‘Kortijo’dedikleri avlularla çevrili evlerde yaşarlardı. Kesinlikle kuyusu bulunan bu avluların ortasında mutfak bulunurdu. Ağaçların arasından hoş kokulu güller, yaseminler görülürdü. Evlerin içi aydınlık, mavi-beyaz badanalıydı..”

“Genelde mutfak gereçleri toprak kaplardı, çömlek gibi... Şabat şamdanları gümüştendi. Yemekler, bamya, patlıcan, ıspanak, kereviz, fijon (kuru fasulye)v.s.. ‘Kifte’lerden ayrı, Nisan veMayıs ayları arasında kuzu eti yerlerdi. Kahvaltıda, ekmek-peynirin yanı sıra ‘biskoços, burekas, boyos’la haşlanmış yumurta bulunurdu.”

Sevgili okurlar, bu ‘kortijolu, kuyulu, beyaz badanalı evler bana hiç yabancı değil. Çocukluğumun yazlarını geçirdiğim Tekirdağ’daki ninemin, teyzelerimin, dayılarımın evlerine o kadar benziyor ki!.. Güllerin kokusunu, kuyuya “aşlama” için sarkıtılan karpuzun rengini hissediyor gibiyim. Neyse!...

Gelin adayı kızlara, “Novya Kumplida” yani becerikli ev hanımı olmaları için gelenekleri, dini bayramlarda uyulması gereken kuralları, evini ve eşini hoş tutması v.s öğretilirdi. Kız anneleri daha çocuk emeklerken! “Çeyiz Sandığı”nı düzenlemeye başlardı. Bu sandıklardan çok gördüm. Oldukça renkli Selanik düğünlerini Felipe T.B De Quiros’un “The Spanish Jews” adlı eserinden alalım:

Dini nikahtan önceki ‘Banyo de Novya’(gelin hamamı) tam manasıyla bir seremoniydi. Gelinin kendi ve müstakbel ailesi, arkadaşları, büyük bir kalabalık çeyizi sergilemek, ‘Aparar el Aşugar’ için toplanırdı. Bayanlardan kurulu özel bir müzik gurubu eşliğinde, düğün reperturından şarkılar söylenir, danslar edilirdi. Sonra geline beyazlar giydirilir, bolca takılar takılır, tırnaklarına kırmızı cila sürülürdü...Yüzü ‘Velo’ denilen ve iki, üç çocuğun tuttuğu uzun duvağın tülü ile örtülü olarak düğünün yapılacağı yere gelinirdi. Dini mekanlarda ya da evlerde, ‘Huppa’nın altındaki gelinle damadı, bir Din adamı kutsar, ‘Şiva Berahot’u okurdu... Yedi gün süren Huppa döneminde düğün evi ziyaretçilerle dolar, taşardı. Misafirlere sunulan kahve veya şerbetlere ‘Tamelas’ dedikleri bir tür kurabiye bandırarak yerlerdi...”  

Gene aynı kitaptan, matem günleriyle ilgili bir alıntı: “Zengin aileler ölülerini gömerken ücret karşılığında profesyonel ‘Yoraderos’ (ağıt yakanlar) kiralardı. Bunların zengin repertuarlarındaki ağıt ve matem ezgileri, ailenin sosyal durumuna göre seçilirdi. Evlerde siyah örtülü masalarda haşlanmış yumurta ve ekmek yenirdi. “Ellul” ayında mezarlık ziyaretleri yapılır, geleneksel ayetler ve ‘Kadiş’ okunurdu...”

Sırası gelmişken, Galata’da oturduğum dönemden anımsadığım bir adeti nakletmek istiyorum. Aileden biri ya da apartımanımızda biri öldüğünde, depo edilmiş sular dökülürdü. Bu geleneğe, okuduğum Selanikle ilgili belgelerde de rastladım. Daha sonraları tanıdığım Selanikli yaşlı bir bayanın anlattığı hoş şeyler de vardı. Pesah’ta hep beraber şarkılar söyler, Şavuot’ta Ruth’un kitabını okurlar, hasat ezgileri mırıldanırlar, Sukot ve Purim’i festival havasında kutlarlarmış... Avraam Avinu’nun ilk kutsal emri olan “Brit Mila” törenlerinde bebeği uyutmak için ninniler söylerlermiş...

Görüldüğü gibi sevgili okurlar, İkinci Dünya Savaşı binlerce insanı ölüme yollamakla kalmamış, aynı zamanda engin Selanik Sefarad kültürünü de yok etmiştir... Yakında bir başka sohbette bulunmak umuduyla...