İstanbul’dan bir nazi avcısı geçti

Serge Klarsfeld babası Auschwitz’de öldürülmüş bir Fransız Yahudisi.  Eşi Beate ile birlikte hayatını René Bousquet, Bakan Maurice Papon, Klaus Barbie, Jean Leguay, Paul Touvier gibi Nazileri ve işbirlikçilerini yargı önüne taşımaya adadı.

Nelly BAROKAS Kültür
21 Nisan 2010 Çarşamba

Araştırmaları sonucunda ölüm kamplarına kalkan her konvoyu, konvoylardaki kadın, erkek, çocuk 76 bin Fransa Yahudisi’nin adlarını belgeleyerek “Le Memorial de la deportation des Juifs de France” adı altında bir ‘anıt kitap’ oluşturdu

Eşinizle birlikte “Nazi Avcıları” olarak tanınıyorsunuz. Sizi suçluları yargıya taşımak ve kurbanların unutulmamalarını sağlamak yönünde verdiğiniz mücadeleye iten ne oldu?

Durum bizi buna yöneltti. Eşim Beate ile 11 Mayıs 1960’da karşılaştık. Yakında 50 yıl olacak. Aynı gün Adolf Eichmann İsrailliler tarafından kaçırılmıştı. Beate Almandı ve Yahudi değildi. 1963’te evlendik ve çok mutluyduk. Ben tarihçiydim. O dönemde Almanlar kendi tarihlerini bilmiyorlardı. Eşimi biraz karmaşık bir tarih olan Almanya tarihi konusunda bilgilendirdim.

İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazi Partisi üyesi olup dışişlerinde Hitler propagandası yapmış Kurt Georg Kiesinger o dönemde Almanya’da başbakandı. 1967’de Beate bu kişinin Nazi geçmişi hakkında birçok makale yazınca, Paris’te çalıştığı gazete işine son verdi. Auschwitz’de ölmüş bir babanın çocuğu olan benim için bu bir şok oldu. Beate da şaşkındı. Böylece savaşmaya karar verdik.

Biz siyasete yakın kişiler değildik, savaşımızın hiçbir siyasi yönü yoktu. Belgelere dayanarak kendimize bir strateji belirledik. Bu stratejide Beate’in Berlin’de Almanya Başbakanı Kurt Georg Kiesinger’e attığı tokat belirleyici oldu. Bu aslında Almanya’nın genç neslinin, enerjisini Nazizm’e veren eski nesle attığı bir tokattı. Partinin kongre toplantısında, medya mensuplarının önünde atıldı bu tokat. O anda Beate ölebilirdi, çünkü korumalar ateşlemeye hazır silahlarını ona doğrulttular. Ve ardından bir yıl hapse mahkûm oldu. Bu o denli simgesel ve etkin bir tokat oldu ki, kamuoyu vicdanı değişti, Almanya’nın favorisi olan Kiesinger yerine Willy Brandt başbakan oldu. Willy Brandt, Nazi Almanya’sının savaştaki sorumluluğunu kabul edince, bu ülke farklı bir yol izlemeye başladı.

Biz çalışmalarımızı savaş dönemindeki cürümler üzerine sürdürdük. Fransa Yahudilerini ölüm kamplarına gönderen Naziler, o dönemde Almanya’da yargı önüne çıkarılmıyorlardı. Canilerin yargılanmasını mümkün kılacak kanunların Almanya’da çıkarılması gerekiyordu. Kendi kısıtlı olanaklarımızla Alman siyasilerini bu konuda etkilemeye çalıştık. Almanya Parlamentosu’nun bu yasayı çıkartma süreci, uzun ve tüm dünyada yankı yapan bir süreç oldu.

Daha sonra çalışmalarımızı Fransa kapsamında tutarak, kamuoyunu Vichy Hükümeti’nin Nazi cürümüne ortaklığı konusunda bilgilendirmeye başladık. Vichy’nin Yahudi karşıtı politikasında önemli rol oynamış kişileri yargı önüne çıkarmaya çaba gösterdik.

Vichy Hükümeti polis şefi René Bousquet, Bakan Maurice Papon, Klaus Barbie, Jean Leguay, Paul Touvier ve diğerleri… Bu kişileri yargı önüne çıkarmayı nasıl başardınız?

Fransa’da o dönemde 1964’de kabul edilmiş ancak hiçbir zaman uygulamaya geçmemiş insanlık suçları konusunda bir yasa vardı. Yargılanmasını istediğimiz kişiler hakkında dosyalar hazırladık. Dosyalarda bu kişilerin imzalarını taşıyan ve suç delili oluşturan İkinci Dünya Savaşı arşivlerinden bulduğumuz belgeler yer alıyordu. Bu belgeler doğrultusunda o zamanki yetkililerin Yahudileri nasıl tutuklayacakları, geçici olarak nereye toplayacakları, kamplara ne zaman gönderilecekleri konusunda Alman Nazilerle ortak toplantılar yaptıklarını ortaya koymaktaydı. Söz konusu suçlulara karşı kendi imzalarını taşıyan belgelerle çıktık. Onlar, ‘bilmiyorduk, hükümet politikasını uyguladık’ savlarını ileri sürerek kendilerini savunmaya çalıştılar.

1945’ten sonra Mareşal Petain ile Pierre Lavalle yargılanmış, diğer sorumlular dağılmış yargı önüne çıkarılmamışlardı. Aradan 50 yıl geçip savaş yıllarında yaptıklarını ortaya çıkarıp yargılanmasını sağladığımızda, Maurice Papon bir bakandı. Fransa siyasi çevresi, Papon’un savaş döneminde hükümetin aldığı kararlara uymaması ve reddetmesi gerektiğini ileri sürdü. Böylece Papon hapis cezasına çarptırıldı.

On beş yıl süresince harcadığımız oldukça enerjik çaba sayesinde, Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın karşı çıkmasına rağmen, 1995’te yeni Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yahudilerin kaderinden Fransa’nın sorumlu olduğunu kabul etti. O zamana kadar Fransızlar, savaş dönemindeki Vichy Hükümeti’ni Fransa yönetiminden soyutluyordu. Oysa 1995’ten sonra, Fransa yönetiminin Vichy’nin bir devamı olduğu gerçeği iyice anlaşılmış oldu.

Jacques Chirac’ın önerisi ile kurulan bir komisyonda yer aldım. Bu komisyon, aileleri öldürülmüş yetimlere hayatlarının sonuna dek maaş bağlanması ile ilgili bir yasanın çıkarılmasını hükümete kabul ettirdi. Mağdur olanların mal varlıklarının iadesi veya tazmini taleplerini ele alacak diğer bir komisyon kuruldu. Bu komisyon tazminatlar için bugüne dek 500 bin Euro kaynak sağladı.

Ayrıca tarihi araştırmalar, anma etkinlikleri, dayanışma girişimleri gibi projeleri desteklemek amacıyla 400 milyon Euro bütçesi olan “Fondation Pour la Mémoire de la Shoah” vakfını kurduk. Bu kuruluşun başkan yardımcılığını yapmaktayım.

Adolf Eichmann’ın sağ kolu Alois Brunner’in iadesini istediğiniz için Suriye’de tutuklandınız. Bu konuda ne anlatacaksınız?

Eşim Beate, Kipur Savaşı’nın hemen ardından, İsrailli esirlerin listesini talep etmek üzere Suriye’ye gitti. Ben de 1982’de İsrail Hava Kuvvetlerinin 80 Suriye uçağını imha ettiği günün ertesi Şam’a vardım. Elimde, orada yaşamakta olan Alois Brunner’in dosyası vardı. Hatta Beate onunla telefonda dahi konuşmuştu. Beate ona; Berlin’de Brunner’in Nazi dostlarından birinin oğlunun yanında çalıştığını söylemiş ve kendisi hakkında tutuklama emri bulunduğu gerekçesiyle göz muayenesini yaptırmak için İsviçre’ye gitmekten vazgeçmesini salık vermişti. O da; “İsviçre’ye gitmeye niyetim yok ama uyarınız için teşekkür ederim” demişti. Böylece tuttuğumuz özel dedektiflerin bize sağladığı adres ve telefon numarasının doğruluğu kanıtlanıyor, Alois Brunner gibi bir caninin Suriye’de yaşadığı kesinlik kazanıyordu.

1990’da yeniden Şam’a gittim. Dışişleri Bakanı Yardımcısı ile randevum vardı. Bolivya’da gizlenen Klaus Barbie ve Şam’da gizlenen Alois Brunner hakkında bir konferans vermek amacıyla kentte bir tiyatro salonunu kiralamak üzere başvuruda bulundum. Bakan son anda randevuyu iptal etti. Polisin beni takip ettiğini hissettim. Ertesi sabah bir sürü polis geldi, tutuklanmadım fakat havaalanına götürülüp acele ülke dışına çıkarıldım.

Ertesi yıl Beate yeniden Şam’a gitti. Bu kez kendine ait olmayan bir pasaportla Suriye’ye girdi. İçişleri Bakanlığı önünde Brunner’in iadesini talep eden pankartlar açarak protesto gösterisi yaptı. Tabii ki tutuklandı, sonra da sınır dışı edildi. Ama bu arada Almanya’nın ve Fransa’nın Suriye’den cani Brunner’in iadesini talep etmesini de sağladık. Alois Brunner 1960’lı yıllarda siyasi polis olarak Esad Ailesi’ne birçok hizmette bulunduğu için, ayrıca Brunner’in Yahudilere karşı girişimleri nedeniyle Suriye bu Nazi suçlusunu iade etmeyi kabul etmedi.

1979’da Nazi örgütü ODESSA tarafından saldırıya uğradınız. Nazileri takip çalışmalarınıza son vermeniz istendi. Bu ölüm tehdidinden sonra devam etme cesaretini nasıl buldunuz?

Ben kişisel olarak saldırıyı düzenleyen örgütün ODESSA olduğuna inanmıyorum. Aslında böyle bir örgütün varlığına inanmıyorum. Bu savaş sonrasında Nazilerin birbirlerini kollamak için kurdukları örgütün simgesel adını alan genç Neo-Nazilerin düzenlediği bir saldırıydı. Bundan önce de bu türden saldırılara hedef olmuştuk. 1972’de bize içinde bomba bulunan bir kutu gönderildi. Şeker kutusu içine yerleştirilmiş çok güçlü bir patlayıcıydı. Eğer kapağını kaldırsaydık bugün hayatta olmazdık. Aynı türden hazırlanmış bir bomba kovuşturma savcısına gönderilmiş, bu kişi paramparça olmuştu. Almanya’da da bize suikast girişiminde bulunanlar oldu. Bütün bunlar yaptığımız işin riskleri… Aynen attığı bir tokat yüzünden Almanya Başbakanı Kurt Georg Kiesinger’in korumalarının silahlarını Beate’ye yöneltmeleri gibi. O yıl Martin Luther King, Robert Kennedy öldürüldüğü gibi Beate’in başbakanı öldürebileceğinden korkmuşlardı.

Yine 1979’da başkanlığını yaptığınız “l’Association des fils et des filles des déportés Juifs de France” kuruluşunu kurdunuz. Kuruluşun amacı neydi? “ Le Memorial de la deportation des Juifs de France” çalışmasında isim, isim, konvoy, konvoy öldürülen 76 bin Fransa Yahudi’sinin adlarını belgelediniz. Bunu nasıl başardınız?

Bu çalışmaya çok zaman harcadım. Bir şeye çok emek verirseniz başarırsınız. Hanna Arendt kötülüğün bayağılığından söz etmişti. Bu tanımlama temelde doğru ama gerçekte pek değil. Eichmann’ın bayağı olduğu doğru. Fakat 1937 ile 1940 yılları arasında “Yahudi Sorunu” üzerindeki çalışmalara yoğunlaştı. 1940’da Eichmann artık bayağı veya sıradan değil, oldukça yetenekli bir polisti. Ben de diyorum ki çalışıldığı zaman ehil duruma geliniyor. Öncelikle tarihçi bir altyapıya sahibim. Mahkeme salonuna kurbanları getirmeksizin, Yahudileri kamplara süren canilerin duruşmalarına katılamazdım. Kurbanlar derken Holokost’ta hayatını kaybetmiş olanların yakınlarından söz ediyorum. Binlercesini duruşmalara getirdik.

Arşivleri açtıkça tarihi gerçekler ortaya çıkıyordu. Belgelere dayanan tarih elimin altındaydı. Yazdığım “Mémorial de la déportation des Juifs de France” konvoyların tarihini ve her konvoyda kimlerin bulunduğunu içeriyor. Yazdığım diğer kitaplar ve yaptığım araştırmalar adaletin ve belleğin korunmasını sağlıyor.

Fransa Yahudileri’nin kamplara sevki konusunda uzman bir kişi olarak sizin Holokost eğitimine katkınız ne oldu?

Fransa Yahudilerinin soykırımında Vichy Hükümeti’nin rolünün tarih kitaplarında yer almasını sağladık. Bu tarihin okulların eğitim programlarına alınmasına önayak olduk. Yargı önüne çıkardığımız kişilerin duruşmalarının haberleri görsel ve yazılı basında yaklaşık on beş yıl boyunca sürekli yer aldığından kamuoyunda duyarlılık oluştu. Böylelikle Fransızlar tarihlerinin bilmedikleri bu döneminin gerçekleri hakkında bilgi sahibi oldular. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de ilkokul öğrencilerinin kamplara gönderilen Yahudi yaşıtlarının hayatlarını öğrenmesini önermesi de önemli bir aşama sayılır.

Oğlunuz, Auschwitz’de öldürülen babanız Arno Klarsfeld’in adını taşıyor. Arno da anne ve babası gibi Nazi işbirlikçilerinin yargıya götürülmesi çabasında etkin mi?

Oğlum Arno küçük yaştan beri bizimle aynı heyecanları paylaşıyor. Hukukçu olduğu için Maurice Papon’un ve Paul Touvier’nin yargılanmasında bizim avukatlığımızı yaptı. Ayrıca halen Başbakan François Fillon’un danışmanı olduğu için bazen savunduğumuz ilkeler lehine kararlar çıkabiliyor.

Ünlü bir Nazi Avcısı olan Simon Wiesenthal ile birlikte çalıştığınız oldu mu? Sanırım Kurt Waldheim’ın suçluluğu konusunda aynı görüşleri paylaşmadınız.

Avusturya Devlet Başkanlığına seçilen Kurt Waldheim, İkinci Dünya Savaşı’nda partizanlara ve Yunanistan ile Yugoslavya’da sivil halka karşı suçlar işlemiş bir kişiydi. Eşim Waldheim’a karşı çok yoğun kampanyalara girişti. Waldheim’ın gittiği her ülkeye gidiyor, orada karşıt gösteriler düzenliyordu. Hatta bir kez Ankara’da tevkif edildi. Evet, Simon Wiesenthal yeterli kanıt olmadığını düşünüyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze 65 yıl geçti. Avlanacak Nazi suçluları artık hayatta değil.  Görevinizi tamamladığınız izlenimini taşıyor musunuz?

Görevimizi 2001’de Paris’te Alois Brunner’in gıyabında duruşması ile bitirdik. Canilerin öldüğünü veya çok yaşlandığını dikkate alarak etkinliğimizin bu yönüne son verdik.

30 yıl süresince Yahudilerin yok edilmesinin sorumlularını takip ettiniz. Sizce günümüzde Holokost inkârcılığı ile nasıl mücadele edilmeli?

Holokost inkârcılığına karşı mücadeleye tabii ki önem veriyorum. Eğer 2000’li yıllarda bir genç “gaz odaları neydi?” gibi bir soru sorarsa bunun cevabını tarih kitaplarında bulması gerekir. Auschwitz’e gönderdiğimiz bir uzman uzun çalışmaların ardından ölüm kampının planlarını, gaz odalarının işleyişini açıklayan bilimsel bir çalışma hazırladı. Bu çalışma birçok lisana tercüme edildi.  Böylece Batı dünyasında Holokost inkârcılığı frenlenmiş oldu. Kurbanların sayıları, gaz odaları ve toplanan tanıklıklar üzerine kitaplar yayımlandı.

Holokost inkârcılığının İslam dünyasında daha yaygın olduğu ve Holokost konusunda fazla bilgi sahibi olunmadığı dikkate alınarak Aladin Projesi oluşturuldu. “Fondation Pour la Mémoire de la Shoah”nın desteği ile kurulan Aladin Projesi, Holokost’la ilgili temel kitapların Arapça, Farsça, Türkçe lisanlarında yayınlanmasını, bu konuda konferanslar düzenlenmesini hedefliyor. Ben kişisel olarak Tunus, Kahire, Amman, Erbil’de konferanslar verdim. Eğitim çok önemli ama bazen de yeterli olmuyor. Almanların oldukça eğitimli olduğunu unutmayalım.

Yazardan...

Bu söyleşi Serge Klarsfeld ile yaklaşık bir saatlik görüşmemizin sonucu. Oysa yaşamları süresince adaletin yerini bulması yönünde çaba harcayan cesur Klarsfeld çiftini bu söyleşi kapsamında, bir gazete sayfasında tanıtmak mümkün değil. İnternete girip Serge veya Beate Klarsfeld yazmanız sizlere onları biraz daha yakından tanıma olanağını sağlayacaktır.