Yazsam roman olMaz

Bazıları hayatları için  ‘Yazsam roman olur’ derler ya çok şaşarım. Genel kanı şu: Başından çok sayıda karmaşık olaylar geçenler roman malzemesi olacak bir hayat yaşadıklarına inanırlar.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
21 Ekim 2009 Çarşamba

Bazıları hayatları için  ‘Yazsam roman olur’ derler ya çok şaşarım. Genel kanı şu: Başından çok sayıda karmaşık olaylar geçenler roman malzemesi olacak bir hayat yaşadıklarına inanırlar. Edebi bir eser yaratmanın tek koşulunun dram dozu olduğunu sanırlar.

Aynı şekilde hayatı da aksiyon miktarıyla değerlendirenler vardır. Ağızlarını her açtıklarında felaket tellalı gibi nerede tsunami olmuş, hangi yollar polis tarafından kapatılmış, domuz gribi kaç can almış gibi büyük dramları ifade ederler. Üçüncü sayfa haberi kıvamında ne kadar fazla olay varsa ruhları o kadar beslenir ve açılır. Bana kalırsa, edebi eserlerin değeri aynen hayatlar gibi, içerdiği konu karmaşıklığı ile ölçülemez. Durağan bir eser de, durağan bir hayat da eşit derecede gönüllerde taht kurabilir. Esas olan o hayatın nasıl muamele edildiği, nasıl anlamlı hale getirildiği ve nasıl yorumlandığıdır. Bir hayat anlam katılabildiği ve derinine inilebildiği miktarda değerlidir. Sürekli aksiyon savuşturmak üzerine kurulu bir hayat ise vapur iskelesinde satılan ucuz roman olur muhtemelen. Tarihin en unutulmaz eserini size üçüncü sayfa haberi olarak versem göz gezdirir sayfayı çevirirdiniz sanırım. ‘Verona’da genç bir aşık, öldüğünü düşündüğü sevgilisinin ardından intihar etti. Daha sonra daldığı derin uykudan uyanan genç kız, sevgilisinin akıbetini görünce kendini öldürdü.’ Koskoca Romeo ve Juliette’i böyle de iki paralık edebilirim yani... Aynı şekilde: ‘Rusya’da ailevi sorunlar altında bunalan genç anne, kendini trenin altına attı’. Buyurun size Anna Karenina... Bu eserleri ölümsüz hale getiren dramın niceliği değil, nasıl incelikle ele alındığı ve yansıtıldığıdır.

Marcel Proust’un hayatına göz gezdirmiştim. Çoğunlukla hastalıklı bir beden, eve ve yatağa bağımlı bir hayat. Bolca reddedilme ve kariyer açısından başarısızlıklar. Erkek kardeşi Robert Proust ise, çakı gibi bir delikanlı; neye el atsa başarıyor, hiç bir fiziksel eksikliği yok. Pek çok kez kazalar atlatıyor, ama sapasağlam hayatına devam ediyor. Yine de bu iki kardeşten daha kalıcı olmayı başaran Marcel oluyor. Zira, ‘Kayıp Zamanın İzinde’ gibi yedi ciltlik bir roman yazarak durağan hayatların derinliğine iniyor. Kendi acılarından yola çıkarak duyarlı bir gözlemci oluyor. Hiç reddedilmemiş birinin reddedilme üzerine yazı yazması bir doktor reçetesi kıvamında olurdu muhtemelen...

Bu yüzdendir ki ben sanatta da yaşamda da, yenilik arayışlarında yüzeysel genişlemeler yapanlar yerine anlam derinliğine ve çeşitlemesine gidebilenleri tercih ederim. Misal, Ömer Uluç. Malzeme ve boyutta sonsuz çeşitleme yaparak 50 yıldır aynı soyut formları üretiyor. Veya Selçuk Erdem, taş devri, hayvanlar âlemi ve çocuk masalları derken yıllardır karikatür üretiyor.

Yerli dizilerde ise artık yüzeysel yayılma yapımcıları bıktırmaya başladı. İşlenmemiş dram kalmayınca çareyi sınırlar ötesi projelere yönelerek daha büyük dramlara yer vermekte buldular. ‘Ayrılık’ adlı dizinin yayınlanmasını bu masum nedene bağlamak istiyorum... Yoksa eminim bu televizyon kurumu tarihçilerin ve siyaset adamlarının bile derin derin düşünüp taraf tutmamak için çok dikkatli davrandıkları bir konuyu, aksiyonu ve dramı bol bir ucuz romana çevirirken iki kere düşünürlerdi. Neyse, kolay gelen kolay gider diyoruz. Eminim bir sonraki ‘proje’leri başka bir tarihsel gerçeğe parmak basarak onu da ucuzlatacaktır...