Yolun yarısına yaklaşırken…

Geçmişime çektiğim kalın duvarlar sanki hiç ölmeyecek gibi gelen Michael Jakson’un ani gelen kara haberiyle bir anda toz olup gitti.

Beynimden boşalan anılar yığınının altında eziliverdim.

Haymi BEHAR Köşe Yazısı
1 Temmuz 2009 Çarşamba

Yaş otuzbeş yolun yarısı… 

Şairin belirlediği “Ömrün Ortası” noktasına koşar adım yaklaşıyorum, bu hengamede geçmişe dönüp bakmaya zaman bile bulamadan...

Hep yarını planlayarak harcanan o anların birinde gözüme ilişen gazeteden okudum Pop İlahının ani ölümünü.

Sarsıldım, yutkunamadım bile…

Oysaki uzun yıllar olmuştu kendimi ondan koparalı. Sürekli değişen yüzü, bitmeyen skandalları, davaları, çocukluğumun masum günlerinin sembolüyle arama mesafe koymam için hep bahane olmuş meğer...

Geçmişime çektiğim kalın duvarlar sanki hiç ölmeyecek gibi gelen Michael Jakson’un ani gelen kara haberiyle bir anda toz olup gitti.

Beynimden boşalan anılar yığınının altında eziliverdim.

Burgaz asfaltında günler, geceler süren Moon Walker yürüyüşünü taklit seansları, Thriller ile korku filmlerinin cazibeli dünyasına giriş, kış akşamlarında eve kapanılarak seyredilen filmler...

Darbeli seksenli yılların, tek kanallı renksiz televizyonlarından uzaktaki renkli hayatları evimize getiren Jackson yenilikçi ve yaratıcı cesareti ile pop müziğin tartışmasız kralıydı.

Ardından, ergenliğin dayanılmaz marjinallik tutkusu içinde o muhteşem İstanbul konserine gitmeyişimi hatırladım, büyüme arzusu adına körleme bir Rockçuluk hevesiyle...

Ne de olsa ben artık Guns N’Roses konserine giden tayfadandım…

Şimdiki aklım olsa ikisini de kaçırmazdım… Boşuna dememiş feylesof, “Gençlik gençlerde harcanır” diye!

Jackson’un her şarkısı bir yaşanmışlığın anısını saklıyor milyonlarca insanın hayatında...

Kültürler üstü bir müzik dehası vardı, dinleyenin içine işleyen besteleri, coşturan ritimleri ve olağan üstü dans yeteneği ile kitleleri kendine hayran bırakan...

Sahne evi, şarkılar nefesiydi... Beyaz eldivenleri, altın varaklı vatkalı ceketleri ile ihtişamlıydı...

Her şey bir yana, büyük bir devrimciydi. Müziğinin ulaştığı her yerde yaşam tarzları tabularını yıkıp geçiyordu.

MTV’de klibi yayınlanan ilk siyah şarkıcıydı.

Dünyanın her yerine ulaşmayı başarıyor, farklı kültürlere elini uzatıyordu.

Obama’nın küresel siyasette bugünlerde yapmaya çalıştığını Jackson 80’lerde “We Are The World We Are The Children” diyerek müzikte çoktan başarmıştı.

Soğuk savaşın kasvetli yıllarında insanlığın özünde bir olduğunu gösterdi beş kıtaya.

Bugün Mardin’de gıyabında cenaze namazı kılınması, Arap ülkelerinde yas ilan edilmesi hep ondan…

Eserleri ile ölümsüzleşti, ani ölümüyle de dünyanın her tarafından müzik severleri yasa boğdu.

Beş yaşında sahneye çıkan, 13 yaşında ilk albümünü yapan Michael kendi çocukluğunu doyasıya yaşayamamıştı belki de...

Onu sürekli çalışmaya zorlayan sert babası normal bir çocukluk yaşamasına izin vermemişti.

Belki de aramakla uğruna hayatını tükettiği çocuksu masumiyeti bir türlü yakalayamadığı için mutsuzdu.

Yetenek, şöhret, para gibi sıradan insanın hayalini dahi kuramadığı her şeye sahipken bu kadar mutsuz olması bir hayat dersi gibi...

İndiana’nın küçük bir şehrinde dokuz çocuklu bir aileden çıkıp bütün dünyaya yayılan ününün ağırlığı altında ezilmişti belki de...

Siyah doğup beyaz ölecek kadar olmadık yollara saptı mutluluğu bulmak için.

Sonunda da Elvis gibi,  Hendrix gibi, Jim Morrison ve Kurt Cobain gibi mutsuz yetenekler cennetine gitti.

Geride ebediyen kulaklarımızda kalacak, yaşanmışları hatırlatacak tınılarını bırakarak...