Diaspora Yahudileri / Cumhuriyet Dönemi

20. yüzyılın başından itibaren Osmanlı Devleti tümden parçalanmaya başladı ve I. Dünya Savaşı sırasında tamamen ortadan kalktı. Çeşitli bilgilerden anlaşıldığı kadarı ile yüzyılın başındaki mücadelelerde Yahudiler genel olarak Türk tarafını tuttular ve savaşlar nedeniyle oluşan ayrılıkçı hareketlere katılmadılar. Hatta 1897’den itibaren büyük hız kazanan Siyonizm hareketinde rol oynamamaya dikkat ettiler

Sara YANAROCAK Kavram
10 Eylül 2008 Çarşamba

İsrail Ülkesi’ni elinde tutan Osmanlı Devleti’nin merkezi İstanbul, Siyonist faaliyetlere sahne olması gerekirken, buradaki cemaatin çekingen ilgisizliği nedeniyle, Siyonizm çalışmaları daha çok Avrupa başkentlerinde devam etti. Hatta Herzl İstanbul’a geldiğinde yerel cemaat Siyonist lidere misafirperverlikten ileri gitmeyen bir ilgi göstermekle yetindi. Bu şekilde de Türkiye Yahudileri, kendi çıkarlarına tamamen aykırı olsa da, dört asırdan beri kendilerine nispeten rahat bir yaşam veren yönetimle dayanışma içinde kaldılar.

Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası statüsü ve sınırları Lozan’da tanımlandığında, Yahudiler Türk Devleti’ne önemli bir iyiniyet gösterisinde bulundular. Türk sınırları içinde kalan azınlıklara hak ve imtiyazlar tanıyan Lozan Anlaşması, Yahudilerin haklarını da tespit ederken, yeni devletin yönetiminde bulunan Yahudi cemaatleri bu haklardan resmen vazgeçtiklerini ilan ettiler. Hatta önemli imtiyazlara sahip olan yabancı uyruklu pekçok Yahudi, Türk vatandaşlığına geçerek, dayanışma ve kader birliğinin en güzel örneklerinden birini verdiler.

Daha I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, işgal altına giren İstanbul’un Amerikan mandasına verilmesi söz konusuyken, kent Yahudileri, buna karşı olduklarını ve İstanbul’un Türk Yönetimi’nde kalması gerektiğini bildirdiler.

Gerçekten de, konuyu incelemek üzere İstanbul’a gelen Amerikan heyeti azınlık temsilcileriyle görüşmüş ve diğer azınlıklardan olumlu cevap aldıkları halde, Yahudi kesin muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Galante’ye göre Yahudi heyetini Hahambaşı Hayim Nahum, Emmanuel Karasso, Aşkenaz cemaati başkanı Reisner ve Hukuk Profesörü Mişon Ventura temsil etmişlerdi.

Keza 1920’de mütarekeden sonra yapılan seçimlere azınlıklar katılmamayı seçerlerken, Galante ve Ventura’nın kurmuş oldukları komite, bu konuda da Türklerle dayanışmayı körükleyerek Türklere, Yahudilerin “kötü gün dostu”da olduklarını ispat etmişlerdir. Lozan anlaşması imzalanıp, azınlıklara bazı haklar tanınınca belirtildiği üzere Yahudi Cemaati’nin hakkaniyete aykırı olacağına karar vermişler ve haklardan vazgeçmişlerdir. Profesör Mişon Ventura ve Avukat Kalev Gabay meselenin hukuki yanlarını inceleyip bu kararı aldıktan sonra, Yahudilerin bu tutumunu İsmet Paşa’ya duyurduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Ermeni ve Rum Cemaatleri de aynı yolu tutmak zorunda kalmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet olarak ilan edildikten sonra yeni yönetim din işlerini devlet işlerinden ayıran bir tutumu ele aldı. Devlete yeni bir görünüm kazandırmak, İslamiyetin devlet işleri üzerindeki etkisinin son izlerini hatta sembolik varlığını bile silmek amacıyla alınan tedbirler bazan aşırı uçlara da kaydı. Pek tabii bu arada İbranice öğretiminin de yasaklanması Yahudi cemaati için ciddi bir darbe oldu. Atatürk’ün ölümünden sonra bu tedbirler biraz yumuşatıldı. Ezan’ın yalnız Türkçe okunması uygulamasına son verildi ve İbranice öğrenimi Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde yeniden başlatıldı.

Cumhuriyet dönemi, diğer azınlıklar için olduğu gibi, Yahudiler için de önemli değişiklikler getirdi. Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek katlarında görev alan, yüzyıllarca padişahların güvenini suistimal etmeyen ve İmparatorluğun yönetimine tarihsel katkıda bulunan Yahudiler bu dönemde devlet işlerinden uzaklaştırıldılar. Yeni cumhuriyetin getirmiş olduğu milliyetçi ideoloji sadakat ve uzmanlıklarıyla tanınan Yahudileri diğer azınlıklarla aynı düzeye indirdi.

Bütün bunlara rağmen Yahudiler, kendilerine açık kalan diğer bütün faaliyet dallarında ilerlediler ve Batı’daki dindaşlarına göre çok daha rahat bir yaşam sürdürdüler. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1299 tarihinden beri süregelen bu olumlu ortam, Avrupa’ya yayılan Nazi atmosferinin Türkiye’yi de etkilemesiyle son buldu. Türk hükümeti, savaşta tarafsız kalmakla birlikte, Nazilerin ilerlemeleri karşısında belki de savaşın dışında kalmayı kolaylaştıracağı umuduyla, Yahudilere karşı Osmanbey’den beri Türk tarihinde görülmemiş bazı acı tedbirler aldı.

1942 yılında hükümet bütün vergi mükelleflerine bir vergi koydu. Ne var ki Varlık Vergisi adıyla tarihe geçen bu vergi, özellikle Yahudilere uygulandı. Bu amaç için hazırlanan vergi listelerinde mükellefler, din ve inançlarına göre sınıflandırıldılar. M (Müslüman) rumuzuyla işaretli isimlere yüzde 5, D (Dönme) işaretli isimlere yüzde 10 vergi kondu. G harfiyle işaretli isimlerin (Gayrimüslim) ödeyecekleri vergi miktarının takdiri özel bir komisyona verildi. Bu komisyon özellikle Yahudi mükelleflere bütün mali ve maddi varlıklarının çok ötesinde vergi miktarları tespit ettiler. Bütün Yahudiler bu vergiyi ödeyebilmek için varlarını yoklarını yok pahasına sattılar; vergiyi ödeyebilecek olanlar, nakit para bulma vakti verilmediğinden iflas ettiler. Nazi taraftarı olan bir kısım Türk basını bu önlemleri olumlu karşıladı ve yalnız “sözde” Türk olduklarını vurgulayarak hükümetin tutumunu destekledi.

Varlık Vergisi’nin tarihsel bir değerlendirmesini yaparken birkaç unsuru gözönünde tutmak gerekir. Herşeyden önce yüzyıllarca sadakatle devletlerine hizmette bulunan ve hiçbir bölücü akıma katılmamaya dikkat eden Yahudiler, Lozan’dan kaderlerini Türk Devleti’nin kaderine bağladıkları halde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşler ve böylelikle devlete olan samimi bağlılıkları önemli bir darbe yemiştir. Varlık Vergisi öte yandan yeni bir buluş değildir. Ortaçağ’da bu tedbir Yahudilere karşı geniş ölçüde uygulanmıştır. Yahudilerin ekonomik güçlerini azaltmak Ortaçağ’da, devletin hazinesini desteklemek ve ekonomik potansiyeli çoğunluk ulusa aktarmak için tutulan başlıca yollardandı. 1942’de yeniden uygulanan metod, kuşkusuz daha evvel anlatılan amaçları güderken savaşa girmemek ve ülkeyi yıkımdan uzak tutmak için “Mihver” taraftarı bir tutum takınması gereken devletin siyasetine de uygun düşmüştür. Nitekim Mihver Devletleri ve özellikle Nazi Almanyası Avrupa içlerine doğru çekilmeye başladıktan ve Türkiye’ye yönelik tehdit ortadan kalktıktan sonra, 1944 yılında çıkarılan bir yasayla Türk Hükümeti, vergiyi ödeyemedikleri için Aşkale’ye sürülenleri serbest bıraktı ve ödenmeyen vergi borçlarını iptal etti. Daha sonra iktidara gelen Demokrat Parti de, bu vergiden hem maddi hem manevi zarar görenlere, sürgünde sağlığı bozulanlara tazminat vaad etti. Gerçekten de Yahudiler kısa süre içinde yeniden ekonomik yaşama dahil oldular.

Varlık Vergisi ve Trakya olayları tarihsel perspektifi bozmamalıdır. Yahudiler Türk Yönetimi altında, bütün diğer Yahudi cemaatlerinden çok daha rahat ve örnek bir yaşam sürmüşlerdir. Burası bir gerçektir ki, Türk Yahudi cemaatlerinin tarihi, genel Yahudi tarihinde ender bir örnektir. Pogrom, Holokost, yağma, kültürel baskı, keyfi idam ve katliamlar gibi Yahudi tarihinde sık sık rastlanan olaylar, Türk Yahudi tarihine yabancı kalmıştır. Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyete geçişin yarattığı kaçınılmaz gelişmeler ve meydana gelen bazı “tatsız” olaylar da, devrim yaşayan her ulusun içinde oluşan geçici bunalımlar gözönünde tutularak değerlendirilmelidir.