“Acaba Yahudi olmak kötü bir şey miydi?” - Anlatmasam Olmazdı

Bir ülkenin, bir toplumun tarihi sadece beyaz veya sadece siyah fotoğraflardan oluşmuyor. Her ikisini de içeren albümler tarafsızlık ve nesnellik adına okuyucuyu kendi tarihsel yorumunu yapmaya itiyor. Bardağın dolu veya boş kısmını görmeyi dikte ettirmiyor, tam tersine seçimi ona bırakıyor.“Anlatmasam Olmazdı” Bensiyon Pinto’nun anıları aracılığı ile, işte bunu başarıyor…

İvo MOLİNAS Salom Kitap
14 Kasım 2008 Cuma

Bir Türk Yahudi’si düşünün, 5 yaşında, babası Yahudi olduğu için -daha doğrusu dini azınlıkların birine ait olduğu için- Doğu’ya çalışmaya gönderilsin, geceleri annesinin yalnız odasında hıçkırıklarını duysun. Bir Türk Yahudi’si düşünün, 7 yaşında Varlık Vergisi memuru tarafından “Yahudi” diye sınıflandırılmayı hissetsin. Bir Türk Yahudi’si düşünün, 17 yaşında en büyük rüyası ünlü bir futbolcu olmak için Galatasaray Kulübü’nde oynarken, antrenörlerinden birisi kendisine, “yürüme ulan kramponlarla burada Yahudi!” dediği için dünyalar kadar sevdiği ülkesini ve ailesini terk etsin, İsrail’e gitsin. Orada 3 yıl kaldıktan sonra ailesinin bir “aldatması” ile Türkiye’ye geri dönsün ve böylelikle büyük özlemini duyduğu ülkesinde çok zorlu bir hayata atılsın. Bir Türk Yahudi’si düşünün, 20 yaşındaki “ben lider olacağım” hedefini sıfırdan başlayarak ve sert iniş çıkışlardan sonra gerçekleştirsin. Aynı zamanda mükemmel bir aile babası, büyükbabası olsun. Bir Türk Yahudi’si düşünün, 15 yılını Cemaat Başkanı sıfatıyla, tam 50 yılını Türkiye Yahudi Cemaati’ne gönüllü olarak hizmet vermekle geçirsin. Büyük zorluklara göğüs germiş olsun, sinagog saldırısına kendisi bizzat dua ederken uğramış olsun. Yetmedi, neredeyse 1960’dan beri, neredeyse Türkiye’nin tüm Başbakanları’nın yakından tanıdığı; geniş toplumda çok aranan ve sevilen bir Türk Yahudi’si olsun. Yurdışında Türkiye aleyhine gelişmeler olduğu zaman yabancı dostlarını hemen devreye sokarak, haksızlığın giderilmesi için gece gündüz çalışmış olsun…

Bensiyon Pinto… Hayatı büyük zorluklarla başlayan, hırsıyla, tutkularıyla ve rüyalarıyla ayakta durmaya çalışan bir 20. yüzyıl Türk Yahudisi’nin bir iletişim gurusu olarak yaşadıklarını kaleme almaması, anlatmaması olamazdı. Zaten anı kitabının ismi de buydu: “Anlatmasam olmazdı”…

Her şeyden önce şunu belirtmeliyim. Kendisini 1980’den beri çok iyi tanıdığım ve geçirdiği iş ve cemaat yaşamını yakinen bildiğimden benim için kitabın özellikle çocukluk ve gençlik anılarını içeren bölümü çok ilgi uyandırıcıydı.

Aynı zamanda tarihi olayları nedensellik süzgecinden geçirmeden algılayanlar için, bu bölüm, Türk Yahudi Cemaati açısından zengin bir bilgi mirası niteliğinde. Bunun yanında, kişiliğinden gelen duyarlı ve hassas yapısı, çocukluk anılarında kitabı edebi kaliteye ulaştırıyor. Yer yer güçlü lirik yaklaşımlar, duyarlı okuyucuyu sayfalara yapıştırırken, lirizm esnasında birden hayatın gerçeklerine ve zorluklarına dönülmesi, kitabın yine edebi özellik olarak realizm kulvarında koşmasına neden oluyor. Tıpkı gerçek hayat gibi!

“Hayat nasıl gelirse öyle almak lazım”

Lirizm ve realizm arasında gidip gelen çocukluk ve gençlik anılarında, özellikle babasının Doğu’ya zorunlu gittiği gün yaşanılanları anlattığı, annesinin yalnızlığı üzerine yazdığı satırlar; İsrail’e göç etme yolunda aldığı ani kararı esnasındaki büyük iç çelişkilerini yansıttığı ve de İsrail’deki İstanbul özlemi, nostaljisi ile ilgili bölümler gerçekten de çok etkileyici.

“Bir resim göndermişti babam –siyah beyaz. Ayakta duruyor. Yüzünde ciddi mi, mahzun mu, nasıl anlamlandırılacağını bilmediğim bir ifade. Belki biraz küskün (babasının nedensiz ve ne zaman döneceği belli olmayan 2. kez askere gittiği zamanlar, İ.M.). O resmi alır, uzun uzun bakar, babamı gözümde canlandırmaya çalışırdım. Arada bir annem elimden tutar, beni parka götürürdü. Orada kendi kendime oynarken, kardeşim bebek arabasından bana bakardı. Çocukluğumun bütün korkularından arınmış, en mutlu saatlerimi geçirdiğim yer o küçük parktı. Eve döndükten sonra annem ikimizi de yıkar, yatırırdı. Kim bilir neler düşünürdü biz uyuduktan sonra. Nasıl bir gelecek hayal ederdi. Eder miydi? Annem hayatı büyük bir tevekkülle kabul etti. ‘Hayat nasıl gelirse öyle almak lazım’ derdi…” (s. 37)

“…Dinlemek, anlamak istemiyorlardı çünkü. Ben ötekiydim onlar için. Eski komşuluklardan eski bayramlardan eser kalmamıştı. Kararımı, akşamın o alacakaranlığının içinde eve yürürken bir başıma vermiştim. Gidecektim buralardan…” (s. 52)

“…Dünyanın pek çok yerinden arkadaşı olan ve onlar tarafından çok sevilen bir delikanlı oldum. Ama yetmedi. O ülkede (İsrail’de, İ.M.) bana ait hiçbir şey yoktu. Tanıdık olan ve bana İstanbul’u hatırlatan tek şey denizdi. Tel Aviv’e gittikçe saatlerce denizi seyrederdim. Penceremden görünen Haliç’i düşünürdüm. Şişhane’yi Beyoğlu’nu, İstiklâl Caddesi’ni, akşam olduğunda fırınlardan yükselen taze ekmek kokusunu, sokaklarda oynayan çocukların gürültüsünü, o sokaklarda koşuşturmayı, terlemeyi, babamın eve dönüş saatlerinde onu kapının önünde beklemeyi…” (s. 61)

İşte böylesi, kimi zaman yalnızlıklarla geçmiş çocukluk ve gençlik yılları. Kimlik bunalımları, ayırımcılık hatta antisemitizm, yoksulluk ve isyan duygularıyla yüklü yıllar.

Bütün bunlar sanırım Bensiyon Pinto’yu ileriki yıllarda, çetin iş ve cemaat hayatında zorluklar karşısında onu dimdik tutmaya yarayacaktı.

“Yahu Bensiyon, sen de Yahudi’sin ama onlar gibi değilsin!”

Kitabın ikinci kısmı Pinto’nun iş ve cemaat yaşamlarına ait anılarından ve düşüncelerinden oluşuyor. İSKİ skandalı esnasında çektiği büyük sıkıntılarına ve cemaate ait vakıf, okul ve mezarlıklarıyla ilgili yaptıklarına ait satırlar ve özellikle 15 Kasım 2003’te kendisinin de içeride dua etmekte olduğu sinagog bombalanmaları esnası ve sonrasına ait yaşadıkları bu kısmın en çarpıcı bölümleri.

Lakin bu anıları okur için daha da ilginç kılan, ülkemizdeki kimi önyargılı hatta ırkçı ve bilinçli, bilinçsiz antisemit tutum ve davranışları anılarına taşıyıp buna karşı mücadele eden bir cemaat liderinin duygularını ve düşüncelerini içermesi.

“Biri çıkıp dedi ki: ‘Yahu Bensiyon, sen de Yahudi’sin ama onlar gibi değilsin!’ Bunu söyleyerek beni öldürdü aslında. Ben kimdim? Hepimiz bu ülkenin çocuğu isek o zaman beni kendi toplumumdan, toplumumu da geniş toplumdan farklı kılan neydi? Beni en çok bu soruya cevap bulamamak üzmüştür…” (s. 141)

“Öteki”yi veya “öteki” gibi görülen bir insanı bundan daha güzel tasvir edecek satırlar olabilir mi?

Kendisine bir gün sormuşlar: “Bu ülkeyi neden çok seviyorsunuz?” Şöyle cevaplamış kitabında: “Bu memleket benim memleketim de ondan!”

Fazla söze gerek var mı?...

Ve “nihai söz” sayılabilecek görüşler:

“Biz bu ülkede, 1934 Trakya Olayları’nı, Varlık Vergisi’ni, Yirmi Sınıf Asker dönemini, 6 - 7 Eylül Olayları’nı yaşadık da hiç mi iyi günler yaşamadık? Tabii ki yaşadık. Bu topraklarda, Osmanlı’da da Türkiye Cumhuriyeti’nde de Yahudiler çok mutlu bir hayat yaşadı. Çok güzel komşuluklar, en güzel gelenek ve görenekler, en güzel bayramlar, en güzel dostluklar burada yaşanmakta… Bardağın dolu tarafını görmeyi tercih ederim…” (s. 250)

 

“Bardağın dolu tarafını görmek isterim”                        

Bu kitap bardağın dolu tarafını görmek isteyen ama boş tarafını da yaşamış ve bunu gelecek kuşaklara cesaretle anlatan –evet cesaretle- bir duyarlı insanın anı kitabı. Bu anlamda, tarihi olayları anlatma noktasında son derece tarafsız ve yazarın gördüklerini, yaşadıklarını eğrisiyle doğrusuyla okuyucuya ileten bir kitap.

Bensiyon Pinto anılarını kaleme almakla önemli bir misyonu yerine getiriyor. Zira tarih, onu yaşayanlar tarafından anlatılmalı.

Kendisi “Kitabı, bir daha ‘pis Yahudi’ denmesin diye yazdım” diyor. Bu oldukça zor ama bunu diyenlerin birini bile düşündürtmeye itmişse bu kitap hedefine ulaşmış demektir.

Sonuç olarak, Bensiyon Pinto, Tülay Gürler’in başarılı derleme çalışması ile birlikte ailesine büyük bir kültürel miras bırakırken cemaatine ve ülkesine tarihi gerçekler bağlamında önemli bir hizmet veriyor.

Bir ülkenin, bir toplumun tarihi sadece beyaz veya sadece siyah fotoğraflardan oluşmuyor. Her ikisini de içeren albümler tarafsızlık ve nesnellik adına okuyucuyu kendi tarihsel yorumunu yapmaya itiyor.

Bardağın tek bir kısmını görmeyi dikte ettirmiyor, tam tersine seçimi ona bırakıyor.

“Anlatmasam Olmazdı” işte bunu başarıyor…

Bir gün şoförü, arabaya bindiğini sanarak onu almadan, Hahambaşılığın kapısının önünde bırakarak basmış gaza gitmiş.

“Herhalde dünyada şoförü tarafından unutulmuş tek başkan benim” diyor.

Ama ne bu ülke, ne bu cemaat onu unutmayacak.