Eylül

Hazan girizgahı Eylül. Onu sevmek, sürekli olarak hayatı umarsızca hatırlatan sevgilinin koynuna girmek gibi olsa gerek. 6 - 7 Eylül, 11 Eylül, 12 Eylül. İşte ailesi. Karanlık günlerin haber postacısı. Yine karşımızda. Lakin yine teslim olunmayacak.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Hazan mevsiminin girizgâhı Eylül ayı.
O sahte güneşiyle yazın uzatmalarını yaşatan, bitmek bilmez dinlence anların sona erdiğini dingin çan sesiyle duyuran o sevimsiz Eylül.
Hani, o karanlık ve ağır kış günlerinin yine ne yeniden sizi beklediğinin postacılığını yapan Eylül ayı.
Ve, her şeyi ara sıra bırakıp giderek, sil baştan başlamayı düşündürten o depresif hazan Eylül’ü
6 - 7 Eylül, 11 Eylül, 12 Eylül gibi beynimize kazınmış ‘hayat dersleri’ aile üyelerini içeren Eylül.
Onu sevmek, sürekli olarak hayatı umarsızca anımsatan duyarsız ama dürüst sevgiliye düşkün olmak gibi olsa gerek.
Velhasıl, ne onla ne onsuz olma durumu.
İşte "bu anlarda Jon Anderson’un "Nous sommes du soleil" – "güneşten geldik" – i dinlemek gerek.
Paul Simon’un "Time is on ocean of endless tears" – "zaman, bitmek tükenmez gözyaşlarının okyanusudur"u dinleme zamanı hiç değil.
Enerji güneşten gelir zira.
Gözyaşları ise alır götürür onu…
***
6 - 7 Eylül 1955 meselesi…
Ancak 50 sene sonra, tarihimizin en karanlık sayifalarından biri olarak nihayet "ortaya çıkan" mesele.
Bizim gazetenin bu yıldönümünü atlaması kanaatimce pek uygun düşmedi ama kendimizi Yahudi Kültür Günü’nün heyecanına kaptırmış olduğumuzu düşünüyorum. Haklıyız zira, her on-onbeş yılda bir katliam cenazelerinin çıktığı sokakta bu kez "yahudi nağmeleri" arz-ı endam ediyordu…
6 - 7 Eylül saldırıları, Atatürk’ün hiç bir zaman yeltenmediği fakat O’nun ölümünün ardından ilk önce Varlık Vergisi ile ortaya çıkan, azınlıkları tamamen ‘pasifize’ etme planının en önemli kilometre taşı değil mi?
Kısmen değil, neredeyse tamamen başarıya ulaşılmış bir ‘master plan’.
Lakin, bugün artık 50’lerin, 80’lerin havası yok. Ülkenin önde gelen basını, gazetecisi, aydını korkusuzca bu ‘ayıbı’ kınıyor, her şeyi tüm ayrıntılarıyla işliyor, saldırıya uğrayanların yüzlerce hüzün hikâyesi sayfa sayfa anlatılıyorsa Türkiye, içerdeki ve dışardaki kimilerine rağmen, aydınlık gökyüzüne doğru ilerliyor demektir.
***
Yine bir Eylül faciası. New Orleans’ın Katrina felâketi…
Kahpe doğanın vura vura caz müziğinin güzelim ama yoksullar kentini seçmesi ne büyük adaletsizlik!
Bir dünya caz kenti vardı, acıların müziğinin merkezi vardı. Doğa çok gördü, aldı gitti onu.
Ama o da ne? Oryantal ve nefes  alışları bile nefretten beslenen kimileri bu felâketin de sorumlusunu bulmakta gecikmediler!
Ortaçağ’da, ne zaman doğal bir felâket olsa, suçlu ya cadılardı ya da yahudiler. Cadılar yakılır, yahudiler katledilir, herkes rahatlardı.
Şimdilerde ise dünyada ne olsa, tek sorumlu Bush. Onun bile hakketmediği öyle bir zekâ yüklüyorlar ki kendisine, şaşmamak elde değil.
Kimi teorileri, mutlak doğru olarak yutturmak istiyorlar bize. Örneğin Katrina’yı Bush’un karşı önlemlerini almadığı küresel ısınmaya bağlıyorlar ve Bush’u tek sorumlu gösteriyorlar. Lakin, Kyoto Protokolü içeriğine karşı çıkan tam 17 bin bilimadamının imzasını yok sayıyorlar!
Yok, New Orleans’ı kurtaracak askeri birimler Irak’taymış!  Yani ABD’ye saldırı olsa ABD bitecek!
New Orleans’ın yoksul halkının çektiği ızdırabla bu ‘cadı avcıları’ zerre kadar ilgilenmiyorlar. Varsa, yoksa ‘şeytan Bush’!
Ne var ki, New Orleans felâketini omuzlayan o halkın sefil durumu, "her koyun kendi bacağından asılır" düsturunu temel alan vahşi kapitalizmin çöküşünü simgelemiyor mu?
***
Eylül’ü sevmek imkânsız.
Önümüz kış. Hem karanlıkla hem de bilgisizler, cahiller ve kifayetsiz muhterislerle uğraşmak içir enerji almak gerek.
O halde Jon Anderson’a kulak vermek gerek.
"Nous sommes du soleil"…