Ateş düştüğü yeri yakar

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Pencereden bir akordeon sesi. Bir yandan müziğin coşkusu, öte yandan çalınan melodinin insanın içine işleyen sesi... Tek sözcük yok, sadece akordeonun tınıları. Bir göçmen olduğu aşikardı. Dayanamadım pencereden aşağı doğru baktım. Dar sokakta geçen arabalar ve açık duran pencerelere doğru,  hiç kımıldamadan, kavislerle açılıp kapanan akordeon ve yüreklere dokunan melodiler. Sokak sessiz. Park etmiş ‘parliament’ mavisi arabanın yanında, yukardan gözlemlediğim kadarıyla siyah pantolon ve siyah beyaz kazağıyla bütünleşen bir adam. Gününü kurtarmak için geçimini sağlamaya çalışıyor. Sessizce, akordeonuyla...
* * *
 Bazı havalar ürkütür beni. Etraf günlük güneşlik olsa bile. Fırtına öncesi sessizliği hatırlatırlar hep. Tıpkı geçtiğimiz hafta İstanbul trafiğinin insanı çıldırtan yoğunluğu gibi. Kentin hangi yöresi olduğu hiç farketmedi. Herkes bir yerden bir yere gitmeye çalışırken yolda kitlendi. Ulaşım felç oldu. Oysa ki, yağmur yoktu; bir açılış yoktu; Ankara’dan bir devlet büyüğü gelmemişti... İnsanlar toplu taşıma araçlarını kullanmayı tercih ettiyse dahi, herkes akşam vakti evine daha bir yorgun, daha bir ‘ağır’ dönmüştü...
* * *
Türkiye nicedir terör olaylarının içerisindeydi. Ama yakın zamanda verilen kayıplar, televizyon kanallarında evlatlarını yitiren şehit ailelerini izlemek ve vatandaşların toplu yürüyüşlerle tepkilerini göstermeleri farklı bir haykırıştı. Az önceki sessizlik bu sesli/sessiz feryatları mı simgeliyordu acaba?
 * * *
Ateş düştüğü yeri yakar. Dilerim çözümler bir an önce halledilir. Sessiz kalmak elbette doğru değil. Öte yandan, her olayda ışıkları aç/kapa veya bir ülkenin bağımsızlığını simgeleyen bayrağın her olayda sallandırılması çare olmayacağı gibi, konunun aslından uzaklaşıp, bir nevi sokak nümayişine dönüştürür ki, bu da sağlıklı olmaktan uzaktır.
* * *
Genç şehitlerimizin yaşamın henüz başlangıcında sevenlerini terk etmeleri çok büyük bir acı. Diğer yandan, karşılaştırılması söz konusu olmasa da, sevdiklerimizin arasında verdiğimiz bireysel kayıplar da var.
Jak Belman’ı yitirdiğimizi duyduğum an gerçekten sarsıldım. Çevremdeki sağlam yapı taşlarından biriydi o. Bazı insanlar vardır, hiç gitmeyecekler zannederdim. Kendimi bildim bileli cemaatin tek fotoğrafçısı olan Belman düğün resimlerimi de çekmişti. Tabii ki, yorgundu. Ama sanki elinde fotoğraf makinesi, Neve Şalom’un fuayesinde dinlenmek için, bir iskemlede oturup, sevdiklerine takılmayı ebediyen sürdürecekti. Dilediğim “enstantane” buydu. 
Belman’la mesleğinin yanısıra farklı bir dostluğumuz vardı. Sırtıma vurduğumda, mutlaka bir mesaj vermek isterdi. Mizah anlayışı ve otoritesi hep aynı paralelde oldu. Onun gibi tokalaşan az insan tanıdım. El sıkışı güçlü ve güven vericiydi. ‘Aslan Belman’ yıllar boyu bizler için koştu ‘Yetişecek mi Bay Belman? Lütfen Bay Belman...’ Kimi zaman: ‘Yetiştiremem’ diye çıkışır, ardından da: ‘Köşedeki dükkandan aldır’ derdi.
Jak Belman’a bize yaptıkları için teşekkür etmek yeterli mi, bilemiyorum. Ancak, benim içimde kalan uhde arşivinizle gerektiği kadar ilgilenmeyişimizdir; gerek gazete, gerekse toplum olarak. 
Sahi, Bay Belman arşivi ne yapalım?