İnsana olan inancı kaybetmemek

İrene Fogel Weiss, 1930 yılında, Çekoslovakya’nın Botray kasabasında doğdu. Artık Ukrayna’ya ait olan kasabanın adı Batrad. İrene bugün ABD’de Virginia eyaletinde yaşıyor. Auschwitz’i üçüncü kez, ABD başkanlığının bir delegasyonu ile birlikte ziyaret etti. Yanında kızı Lesley Weiss da vardı. Sözü İrene’e bırakıyoruz.

Sara YANAROCAK Kavram
12 Temmuz 2017 Çarşamba

Bizler Çekoslovakya’nın küçük bir kasabası olan Botray’da yaşardık. Burası 10 ailesi Yahudi olan, toplam 1000 ailelik, çiftçilikle hayatını kazanan bir nüfusa sahipti. Kasaba tipik dar gelirli insanların yaşadığı bir yerdi. Bir bakkal, bir kunduracı ve bir terzi dükkânı vardı. Herkes ihtiyaçlarını bu yerlerden sağlardı. Komşularımızla bu konuda eşit bir biçimde yaşardık. Ama diğer konularda değil elbette…

Ben 8 yaşındayken Çekoslovakya ikiye bölündü. Bizler Macaristan tarafında kaldık. Problemler esas o zaman başladı. Çünkü Macarlar Naziler ile işbirliği içindeydiler. Kısa bir süre sonra biz Yahudiler için çıkartılan yeni yasalarla hayatımız git gide zorlaşmaya başladı. Kereste tüccarı olan babamın iş yeri haczedildi ve Yahudi olmayan birine verildi. Üstelik babama herhangi bir tazminat da ödenmedi. Yahudi çocuklar Macar okullarından atıldılar. Çözülmemek ve yaşamaya devam etmek için çok çaba sarf etmek gerekiyordu.

Artık tren veya tramvayla yolculuk etmemiz yasaktı. Kıyafetlerimizin üzerine sarı yıldızlar takıyorduk. Bizleri koruyan hiçbir yasa yoktu. Yahudileri dövmek veya trenden aşağı fırlatmak serbestti. İnsanlara eğer korktuğunuzu belli ederseniz, daha da kötü davranıyorlardı.

Nazi gençliğine mensup gençler, çevrede dolaşıyorlar ve rastladıkları Yahudilere büyük zarar veriyorlardı. Fakat hâlâ evlerimizde oturabiliyorduk. Henüz ev hayatımızın huzuruna el konulmamıştı.

Radyolarımız ve erişim sağlayabileceğimiz bir gazetemiz bile yoktu. Onun için biz çocuklar büyüklerimizin bize anlattıkları kadarı ile yetinmek zorundaydık. Ama savaşın gidişatı konusunda epeyi bilgim vardı. Savaşta kimin kazanıp kaybettiğini ve diğer bölgelerde Yahudilere neler yapıldığını çok iyi biliyordum.

Almanya Macaristan’a giriyor

Macaristan hükümeti, Almanya’nın 1944 yılında Macaristan’a girmesine değin Yahudilere olabildiğince dokunmamıştı. Nazilerin içeri girdikleri an Yahudilerin sonu gelmişti. Derhal tüm Yahudilerin toplatılıp, Auschwitz’e götürülmeleri emredildi. Yarım milyon Macar Yahudi’sini altı haftada toplayıp, Auschwitz’e yollamak kolay iş değildi. Ellerinde 147 adet sığır vagonu vardı. Böylece 1944 yılının ilkbaharında, altı çocuklu ailem, annem, babam ve kardeşlerim, (en büyüğümüz 17, ben 13 yaşında), kendimizi önce Munkacs Gettosunda, ardından da, hepimizi Auschwitz’e taşıyan hayvan vagonlarında buluverdik.

Şöyle bir düşünün ailenize ait üç nesil, hepsi de aynı evde yaşıyor. Hepsi çocuklara iyi bir yaşam vermek için el birliği ile çalışıyor. Okula götürüyor, iyi beslemeye çalışıyor. Arkadaşlarımız var, akrabalarımız var. Aniden birileri geliyor ve orayı bir günde terk etmeni istiyorlar. Elinde sadece tek bir valiz ile…

Valizleri hazırladığımız akşamı çok iyi hatırlıyorum. Yanıma alabileceklerim ve dışarıda kalan her şeyim. Sonunda annem valizlere sadece geceden pişirip hazırladığı yiyecekleri ve soğukta bizleri sıcak tutacak bir takım kalın giyecekleri doldurdu. Ayrıca yanına saatini, bir çift altın küpesini ve evlilik yüzüğünü aldı. İhtiyaç halinde onları satıp yiyecek satın almayı düşünüyordu.

Auschwitz’e gidiş

Ertesi sabah köyün meydanında bizi topladıkları vakit, okul müdürü ve muhtar, babamın ceplerindeki tüm paraya zorla el koydular. Auschwitz’in nasıl bir yer olduğundan tamamen bihaberdik. Hayatımız zaten çoktandır tepetaklak olmuştu. Neler olabileceğini tam olarak anlamak olanaksızdı. Ben çocuk aklımla böyle bir yere gitmeyi neden hak ettiğimizi idrak edemiyordum.

Babam trendeki aralıklardan görebildiği kadarıyla, dışarıda formalı mahkûmlar, barakalar gördüğünü söylemişti. Belki de bir çalışma kampına getirilmiştik. Biraz rahatlamıştık. Eğer amaç çalışmaksa biz bunun üstesinden gelebilirdik. Aslında biz Polonya hakkında dehşet öyküleri duymuştuk. Yahudileri topluca ormana götürüp, acımasızca kitleler halinde katledip, kazdıkları derin çukurlara fırlatıp gömüyorlardı.

Bu toplu cinayetleri her gün dinlediğimiz halde, bunların gerçek bir soykırım amacıyla yapıldığı aklımıza dahi gelmiyordu. Mesela küçük çocukların öldürüldüğüne inanamazdık. Hâlbuki onların önceliği çocukları öldürmekti. Çünkü çocuklar gelecek nesillerin yaratıcıları olacaklardı. Nedir ki insan yaşarken yine de umut beslemekten kendini alamıyor. Sıkı çalışırsak belki hayatta kalabilirdik. Tekrar kavuşur, birbirimizi görebilirdik…

Ama Alman sistemi bir aldatmaca üzerine kurulmuştu. İnsanlar çalışma kamplarına girdiğini sanırken, onlar musluklarından su yerine zehirli gaz fışkıran duşlarda insanları öldürüyorlardı. Bu hilekârlığın nihai şekliydi.

Trenden indiğimiz anda gerçek balyoz gibi kafamıza çarptı. Ablam Serena laboratuvar kölesi olarak seçildi. Ben 12 yaşındaki kız kardeşimin elini sıkıca tutuyordum. Annemin verdiği bir eşarbı kafama bağladığım için galiba beni yaşımdan daha büyük zannetmişlerdi. Kız kardeşimi elimden kopartıp annemin tarafına gönderdiler. Benim diğer tarafta kalmam tamamen şans eseriydi.

Beni ayırdıkları kafile ile dezenfekte duşlarına girip yıkandım, mahkum elbiseleri giydim ve ailemden ayrı tamamen yapayalnız kalakaldım. İçimden bir ses,  elimden alınan kız kardeşimi, sonsuza kadar bir daha görmeyeceğimi söylüyordu

Çok sonraları Macar Yahudilerinin arşivlerdeki resimleri gün ışığına çıktığında, hepsini büyüteçle tek tek inceledim. Resimlerin arasında tren istasyonunda kendimi, gaz odası kapısında annem ve iki erkek kardeşimi, Reuven ve Gerşon’u gördüm. Başlarında şapkaları vardı, kalın paltolar giyiyorlardı. Mahkûm kıyafeti içinde ablamın da bir resmi vardı. Bu resimler yaklaşık 25 yıl önce ortaya çıkartıldı. Resimlerin tümü acı gerçekleri gözler önüne seriyor. Bu resimleri abartısız yüzlerce saat harcayarak taradım. Amacım, babamla ağabeyimi bulmaktı.

Bu resimler bir bakıma beni rahatlattı. Demek ki orada yaşadıklarım gerçekti. Ben hayal görmemiştim. Yattığım barakada gerçek hemen kafama vurulmuştu. Krematoryuma, dört baraka kadar uzakta kalıyordum. Fırının bacalarından fışkıran sütun halindeki kara dumanlar genzimi yakıyordu.

Gaz odalarına giriş ve fırınlarda yakılma zamanı toplam yarım saatti. Oraya getirilen bütün Macar Yahudileri birkaç gün içinde, gözümün önünde tükenip, yok edildiler.

Ben ve ablam Serena, Birkenau’daki laboratuvarda deneylere tabi tutuluyorduk. Birçok kez bizi ayırmaya çalıştıkları halde biz beraber kalmayı başardık. Daha sonra henüz yirmili yaşlarında olan teyzelerimiz Rose ve Piri ile karşılaştık. Sanki annemizi bulmuş kadar sevinmiştik. Mutluluk içindeydik. Bu bize moral ve yaşama gücü vermişti.

18 Ocak 1945 tarihinde SS’ler biz kılıksız mahkûmları, oradan çıkarıp, Almanya’nın merkezinde bulunan Ravensbrück kampına doğru yola çıkardılar. Nedenini kimse bilmiyordu. Üstümüzdeki mahkûm kıyafetleri bu yolculuk için uygun değildi. Kar yağıyordu ve biz soğuktan donuyorduk. Bu kötülüğün henüz bitmediğinin göstergesiydi. Yolda eğer bir zayıflık belirtisi görürlerse, bizlere ateş edip oracıkta öldürüyorlardı. Yolda teyzem Piri hastalandı. Kafasına ateş edip katlettiler.

Kurtuluş

Sovyet Orduları göründüğü zaman, SS’ler bizi bıraktılar. Serena, Rose Teyzem ve ben bir süre, boş bir ev bulup oraya sığındık. Ruslar oradan geçip gittikten sonra, oradan uzaklaşmaya karar vermiştik. Aylarca çabalayarak Prag’a varmaya çalıştık. Orada bazı akrabalarımızın olduğunu biliyorduk. Sonra da Sudetland’a geçecektik.

Oraya vardığımızda ben okula gitmeye başladım. Serena bir fabrikada iş buldu. Rose Teyzem vereme yakalanmıştı. Evde hasta yatıyordu. Ailemizin tümüne neler olduğu konusunda hiç fikrimiz yoktu. Telefon bile yoktu. İletişim çok kötüydü. Sadece duvarlara asılan listelerde hayatta kalanların isimleri yazıyordu.  İnsanlara ve tanıdıklarımıza ailemizi soruyorduk. Sonunda bizim kasabadan geriye 100 kişinin hayatta kaldığını öğrendik. Bunların içinde iki kişi ben ve ablamdı. Ailemizden geriye hiç kimse kalmamıştı. Hepsi katledilmişlerdi.

Serena, şimdi kendi ailesiyle birlikte New Jersey’de yaşıyor. Üç çocuğu ve torunları var. İkimiz de hayata yeniden asılmak için çok çalıştık. Serena bu ziyarete benimle gelemedi çünkü çok yaşlı olan kocası ağır hasta.

Ablam bana, “Sen sanırım her şeyi çok iyi hatırlayamazsın, çünkü çok gençtin” diyor. Gerçi ondan dört yaş küçüktüm ama ben her şeyi bütün netliği ile hatırlıyorum. Hatta ondan ve teyzemden daha fazla...

Kendi kendime sık sık sorarım:

“Nasıl dayanabildim?” Psikologlara hiç gitmedim. Gitmeyeceğim de. Bence bunun nedeni olaylarla arama mesafe koymamdan kaynaklanıyor. Çocukların ve annelerin isimlerini listelerde okuduğum zaman ağlamadım. Hep dik durdum. Auschwitz’deyken şöyle düşünürdüm: “Bunlar olanaksız şeyler. Yeryüzünde böyle bir şey olamaz.” Bu bir Efendi-Köle sistemiydi. Tanrılar-Yaratıklar sistemiydi. Kendime, ”Kimse olanların farkında değil. Burası etrafı kat kat dikenli tellerle çevrili, ormanın ortasında bir yer. Bunların hiç biri gerçek olamaz” derdim. Ailemin yok edildiğine inanmak istemez: “Bir gün hep birlikte evimize dönüp, mutlu olacağız” derdim ve kendime güç vermeye çalışırdım.

Daha sonra kendimi kurduğum aileme adadım. Çok genç evlendim. Üç çocuğum oldu. Daha sonra torun sahibi de oldum. Çocuklar biraz büyüyünce, üniversiteye gittim ve öğretmen oldum. Eğer kendinize sürekli bir meşgale bulursanız, sıkıntının üstesinden gelebilirsiniz.  Ama hayatta anormal insanların olduğunu ve neler yapabileceklerini hiç unutmadım. Bunun yanı sıra insanlara olan inancımı hiç kaybetmedim. İnsanlara olan inancı kaybetmek, Tanrı inancını kaybetmekten daha yok edici.

Auschwitz’i bir daha ziyaret etmeyeceğim. Ama bu trajedinin unutulmadığını görmek için, bu son şansımı kullanmak istedim. Amerika delegesinin içinde bulunan son iki Holokost kurtulanından bir olduğumu öğrendim. Çok onur duydum. Diğer hayatta kalanların artık çok hasta olduklarını ve bu ziyarete gelemediklerini üzüntüyle öğrendim.

Yaşama tutunmak için, insanlara olan inancımızı kaybetmemek gerekir…