Bir Hanuka mucizesi

Hanuka Bayramı, 1938 yılında, dünyanın üzerine kara bulutların üşüştüğü dönemde, ışığa susamışları aydınlatmak üzere geldiğinde, Alman Yahudileri müthiş bir umutsuzluğun pençesindeydiler. Hikâyemiz 1938 yılının Aralık ayında, Hanuka’nın sekizinci gecesinde geçiyor.

Sara YANAROCAK Kavram
14 Aralık 2016 Çarşamba

Geier ailesi, Berlin’den Hollanda’ya gitmekte olan bir trenin, ikinci sınıf vagonunda yol alırken, soluk kış güneşinin, ufkun ardında kayboluşunu hüzünle izliyorlardı. Dehşet verici ve uzun Kristallnacht’ın (Kristal Gecesi) ardından, artık umutsuzluğa kapıldıkları için ailece bu yolculuğa çıkmaya karar vermişlerdi. Onları özgürlüklerine kavuşturacak bu trene binebildiklerine ve Amerikan vizesi alabildiklerine hâlâ inanamıyorlardı.

Regina ve Judah Geier ile iki çocukları Arnold ve Ruth, hep birlikte oturdukları vagonda, yolculuklarını sakin ve doğal bir biçimde sürdürmeye gayret ediyorlardı. Pencerenin dışında sürekli olarak değişen manzaralara bakıyorlar, ağır ağır sandviçlerini yiyorlar, kitap okuyorlar, öylece oturuyorlardı. Sanki her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışıyorlardı. Ama akılları onları bekleyen hayati tehlikedeydi. Almanya-Hollanda sınırında pasaport ve evrak kontrollerinde başlarına bir bela gelmemesi için dua ediyorlardı. Kontrolleri sınır polisleri, Alman askerleri ve Gestapo görevlileri birlikte yapacaklardı.

Judah Geier’in yüreği iki kat daha ağır ve sıkıntılıydı. Koyu Ortodoks bir Yahudi ve aynı zamanda sinagogda hazan olduğundan, ömrü boyunca, Tora’nın yolundan bir gün olsun sapmamıştı. Bu akşam, Hanuka’nın son gecesiydi. Aslında Hanukiya’nın ışıkları, üzgün ruhlarını çok güzel aydınlatabilirdi, ama o, ne yazık ki mumlarını yakamıyordu. Vagonun tavanındaki ampulün ölgün ışığı ile yetinmek zorundaydı. Sessizce yerinde oturmak onu hasta ediyordu. Etraflarında sürüyle yabancı insan vardı. Kibritini çakıp mumlarını tutuşturamazdı. Oysa mumlarını yakabilse ve ailesiyle birlikte dualarını okuyabilse, bu onlar için mükemmel bir moral kaynağı olabilirdi.

Hanuka'nın son günü

Regine Geier, kocasının kendi içinde ettiği mücadelenin farkındaydı. Eşine, Tanrı’nın onları gördüğünü ve anladığını söyleyerek, moral vermeye çalışıyordu. Tanrı, onların ne halde olduklarını bildiğinden, üzülmemesi gerektiğini, ileride birçok Hanuka Bayramı’nı coşkuyla kutlayacaklarından şüphesi olmaması gerektiğini söylüyordu.

Judah eşine minnetle bakarak, onu başıyla onaylıyordu.  Ama beri yandan kendini çok mutsuz hissediyordu. Şu anda içinde bulundukları durum, ruhen onları karanlıklara sürüklediğinden, Menora’nın etrafına saçacağı aydınlığa özellikle ihtiyaçları vardı. Bu gece Hanuka’nın son günüydü. Bu bayramın en muhteşem günü,  sekizinci gündü. Mumların tümü aynı anda yandıkları zaman, Yahudilerin kurtuluşunun mucizesi, etrafa en güzel şekilde yansıtılırdı. Ama bu tehlikeli koşullar altında mumlar nasıl yakılabilirdi?  Bu olanak dışıydı.

Judah bunları umutsuzca kafasından geçirirken, tren sınıra vardı. Gestapo ve hudut memurlarının evrakı kontrol ettikleri o süreç, Judah’a bir ömür kadar uzun gelecekti. Karısının yanındaki varlığını az çok hissediyordu. Çocukları korkudan donmuş bir şekilde hareketsiz oturuyorlardı. Yanlış bir cevap, sinirli bir tepki,  onların kurtuluşları veya esaretleri arasındaki ince çizgiydi. Yeni bir yaşam veya mutlak acı son arasındaki ince çizgi…

Ve olan oldu! Alman sınırında bir Hanuka mucizesi gerçekleşti. Hiç bir uyarı dahi olmadan, tren istasyonu ve trenin içi, aniden koyu bir karanlığa büründü. Elektrikler kesilmişti. Yolcular ve görevliler karanlıkta kalmışlardı. Göz gözü görmüyordu. Memurlar el yordamı ile yürüyüp, ilerlemeye çalışıyorlardı. Birkaç saniyelik bir tereddüdün ardından, Judah elini yol çantasının ön cebine attı. Cepten minik bir paket çıkarttı. Kimse bir şey anlayamadan bir kibrit çaktı ve paketteki mumlardan birini yaktı. Paketteki diğer mumların altına ateş tutarak ısıttı ve trenin pencere pervazına onları teker teker yapıştırdı. Mumların hepsini ateşledikten sonra fısıltıyla Hanuka dualarını okudu. Ailesi onu hayranlıkla seyrediyordu. Elindeki dokuzuncu mumu da (şamaş) diğerlerinin yanına dikti. Mumların ışığında Judah’ın yüzü mutlu ve huzurlu görünüyordu. Onu hiç kimse aylardır böylesine keyifli görmemişti.

Trenin penceresinde yanan umulmadık ışıkları gören hudut görevlileri ve Gestapo koşarak oraya doğru seğirttiler. Koşarlarken, postallarının çıkardığı seslerin gürültüsü, etraftaki sessizliği yırtıyordu.

Tehlike çanları çalıyor

Judah, düşüncelerini çaresizce mumların ışıklarına odaklamaya çalışıyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi delicesine hızlı atıyordu. Kulaklarında yüreğinin gürültüsü uğulduyordu. Ayak sesleri hızla yaklaşıyordu. Almanlar vagonun kapısına vardıkları zaman, Judah kendini en kötü ihtimallere, hatta kaçınılmaz sona hazırlamıştı. Almanlar her halde onun bu küstahlığına kuduracaklar, bu Yahudi geleneğini pervasızca sürdürdüğü için, öfkeden dehşet saçacaklardı. Ama onlar mum ışıklarının yardımı ile pasaport ve evrak kontrollerini yapmaya başlamışlardı. Karakteristik Nazi alışkanlığı ile verimli bir şekilde hızla kontrollerini bitirdiler.

Kısa bir süre sonra işlerini bitirdikleri zaman, aralarında duran şefleri, Judah’a dönerek, yolculuk sırasında tedbirli davrandığı için onu kutladı. Yanında ‘yolculuk mumları’ taşıdığı için, ona minnettar olmuştu.

Gestapo şefi ve memurlar gittikten sonra, tren hareket etti. Geier ailesi oturdukları yerde uzun bir süre hiç kıpırdamadan taş kesilmiş bir vaziyette kalmışlardı. Gözlerini pencere pervazının üzerinde yanmakta olan Hanuka mumlarından ayıramıyorlardı. Mumlar yavaş yavaş tükenip sönmeye yüz tutunca, Judah istasyonda olanları yeniden düşünmeye başladı. Şahit oldukları olayı huşu içinde anımsarken, kollarıyla on iki yaşındaki oğluna sarıldı. Gözleri yaşlarla dolarken, çocuğu kendine doğru çekerek, yavaşça; “Bu anı hatırla… Makabi’lerin döneminde olduğu gibi, burada da büyük bir mucize gerçekleşti” dedi.

Not: Bu hikâye Judah’ın büyük oğlu Arnold Geier tarafından, Pesi Dinnerstein’e anlatılmıştır.

‘Holokost’un Küçük Mucizeleri’ Yitta Halberstam ve Judith Leventhal (2008)