Havra Sokağında dostluk ve aşk

Şalom yazarı Selin Süar Oral ile, adını sinagoglarıyla ünlü İzmir’in Havra Sokağından alan romanını konuştuk.

TUNA SAYLAĞ Sanat
8 Ağustos 2018 Çarşamba

Ayda bir Şalom okurlarını ‘Köşebaşı’nda ağırlayan, Hasköylü Yedi Bela Liya’dan Hayastan’ın Yahudilerine, Angelus Novus’dan Haim Revivo’ya uzanan farklı yazılarıyla bilgi dağarcığımıza zenginleştiren, ufkumuzu açan Aydın Üniversitesi Öğretim Görevlisi  Dr. Selin Süar Oral’ı kaleme almış olduğu

‘Havra Sokağı’ romanı vesilesiyle sanat  sayfasına konuk ettik.

 

Adını İzmir-Kemeraltı’nda bulunan, sinagoglarıyla ünlü Havra Sokağı’ndan alan roman, farklı dine mensup, âşık iki gencin yaşadıklarını temel alıyor. Esas hikâye kadar ilginç ve Kurtuluş Savaşı öncesinde geçen yan öykülerle de beslenen romanda Selin Süar Oral, o dönemlerde yaşanan Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki dostluk, kardeşlik bağına vurgu yaparak günümüzün iklimini tekrar düşünmemizi sağlıyor.

 Havra Sokağı’nı okurken olayların örgüsü, kahramanların karakterleri, hayatları, yaşanmış ya da yaşadığınız olaylardan ilham aldığınızı düşündürttü bana; ne dersiniz?

Evet, özellikle okurlardan bu soru çok geliyor. Ahram’ın ben olup olmadığımı veya çok yakın bir tanıdığım olup olmadığını soruyorlar. Serdar’ın yaşadığı yerleri gezen var ve “İşte, şu kısımda tam burada durup şöyle şöyle söylemişti” veya “Şunu yapmıştı” diyen de çok oldu. Zannederim mekân tasviri ve karakterlerin yapılandırmaları güzel oldu. Tabii, aslında her biri roman karakteri, hiçbiri “Anlattığım kişi şudur” diye gösterebileceğim biri değil gerçek yaşamda. Ama diğer taraftan her biri hepimizden bir parça taşıyor. Bunda yaşanmışlığın payı da çok büyük. İnsanların içine girip onların duygularına bakmadığınız sürece veya kâğıda aktaracağınız yerleri günlerce gezip, bazen saatlerce oralarda oturup o havayı özümseyemediğiniz sürece samimi bir şeyin ortaya çıkmadığını düşünüyorum ben.

 Kitapta, Ahram’ın Yosi’yi ilk kez gördükten sonraki düşüncelerini çok sahici buldum. Gerçekten yeni nesil, eskilerin aksine,  ülkede yaşayan Türk vatandaşı gayrimüslimleri hiç tanımıyor. Mesela Rum ile Yahudi arasındaki farkı bilmiyor ve onları sadece siyasetin dayattıkları üstünden değerlendiriyor. Biraz bu durumu konuşalım mı?

Ne yalan söyleyeyim, o kısmı kaleme alırken biraz çekinmiş, bu kadar da cahillik olmaz dedirtebilir demiştim. Ama geçtiğimiz aylarda akademik bir çalışma için kırk iki kişiyle derinlemesine mülakat yaptım. Yüz yüze görüşmeler gerçekleştirdim. Hatta itiraf edeyim, çalışma, Şalom Gazetesi’nin içeriğini bire bir dijital ortama taşımasıyla birlikte Yahudi algısının değişip değişmediği üzerineydi. O makalenin yer aldığı kitap da bir ay içinde yayınlanacak. Ancak o kadar ilginç verilere ulaştım ki, ben bile şaşırdım. Gerçekten de kitapta belirttiğim gibi Ermeni ve Yahudi karışıyor. İnsanlar Musevilerin Hıristiyan olduğunu zannediyor veya Yahudilerin Ermeni! Bunda Ermeni techiri ile Nazi soykırımının birbirine karıştırılması ve tarihsel bilgilerin oturmamış olmasının payı büyük. Hatlar tamamen kopmuş durumda desek yeridir aslında. Tahmin ettiğimin de ötesinde bir önyargı var. Bunun nedeni de tabii dış politika ve İsrail ile ilgili gelişmeler. Ancak insanlar okuyunca, tanıyınca tamamen olmasa da düşünceleri değişiyor.

 Ahram, şimdiye kadar hiç işitmediğim bir isim; tam olarak ne anlama geliyor ve kadın kahramanınıza neden böyle bir ad seçtiniz?

Kitap üzerine yapılan tüm röportajlarda söylediğim gibi Havra Sokağı bir dizi senaryosu olarak başladı. Tabii dizide, filmde görsellik, karakter inşası ve isimler ayrı bir öneme sahip. Bilinmeyen, hatta hiç olmayan, ama bir anlamı olan isim bulmak istedim. Bizde de o zaman, kim bilir nereden kalan Osmanlıca-Türkçe bir sözlük vardı. Senaryoyu yazmadan önce ben sözlükte geçen kelimeleri tek tek okumaya başladım. Karşıma Ahram çıktı. Ahram, kutsal demek. Aynı zamanda kutsal yerler anlamına da geliyor. Kurguyu da isimler üzerinden oluşturmak gerekiyordu, Avram’ı hatırlatabilir, Arman veya Armen’i hatırlatabilir ki, ilerleyen bölümlerde Yosi’nin babası da Ermeni ismine benzeterek söylüyor Ahram’ın ismini. Ahram hem Yosi için, hem de Ahram’ın ailesi için çok kutsal. Mesela, Ali ismi nedeniyle eleştiri aldım. Ali, o hikâyenin aksi çocuğu biraz da. Niye Ali diye soran çok oldu. Aslında hiçbir nedeni yoktu; Ali, Mehmet, Osman gibi isimler çok kullanılıyor diye Ali’yi seçmiştim. Ama sonra her seçimi dikkatli yapmam gerektiğini bir kez daha anladım.

 Asimilasyon her çağda, diasporada yaşayan Yahudilerin temel sorunlarından biri olmuştur ki, hâlâ öyle… Damdaki Kemancı’da Joseph Stein de aynı konudan dem vurur. Siz de romanınızı ağırlıklı olarak benzeri iki yasak aşkın üzerine kurmuşsunuz. Bu tabuya nasıl bakıyorsunuz?

Bana göre romanda iki ayrı yasak aşk var. Biri inancın ve kültürün gölgelediği, ailelerin engel olmak istediği; diğeri her türlü toplumsal ve inanç kurallarının yasakladığı bir aşk. Bu tabii biraz zor bir soru. Açıkçası her şeyden önce teknik açıdan bakmamız gerekirse bir anlatıda düalistik yapıyı kurmak zorundasınız. Çatışmalar olacak ki, çözüme kavuşsun. Yasak olacak ki, mücadele peşinden gelsin. Karakterler bu zorlukları bir bir göğüsleyerek inisiye olsunlar, içsel olarak değişsinler... Anlatılarda karakterlerin pes ettikleri zaman bile işin içine kader olgusu girer ve bir şekilde tekrardan onların yolunu kesiştirir. Bu, insanlığın varlığından beri olan bir süreç. Ancak diğer taraftan yüksek tonlamalı eleştiriler de çok aldım. Örneğin bir genç çıkıp “Bizim işimize neden burnunu sokuyorsun, böyle şey olmaz!” bile demişti. Ancak oluyor. Örnekleri hep karşımızda. Bu kurguyu yazarak kimseyi bir şeye de teşvik ettiğimi düşünmüyorum. İşte daha yeni Can Bonomo ile Öykü Karayel hayatlarını birleştirdiler ki onlar vitrinde olanlar. Olmayanların sayısı kim bilir ne kadar... Diğer taraftan bu tabu da değil aslında. Bireyler yaşamak istedikleri hayatı yine her türlü zorluğu karşılarına alarak yaşayabiliyorlar, bu bir seçim. İleride sorunlar çıkabilir tabii, sonuçta her iki farklı kültür ve yaşam biçimlerinden kaynaklanan kolektif bir hafıza da var. Ancak her ailenin dinamiği farklı. Diğer yasak aşkı ise hiç hesaba katmayalım... O, inançtan ve uluslardan çok öte bir yerde. Kader birlikteliği de denebilir, karşı koyamadıkları bir çekim de denebilir... Ne dersek diyelim, Ayşe ile Yasef başka bir yerde.

 Romanın son sayfalarına bayıldım. Kahramanların her birinin yaşamını nasıl sürdürdüğünü yazmışsınız. İnsanda film efekti yaratıyor. Özellikle Kostas’ınkinden çok etkilendim ama en çok Türklerin ‘başına gelebilecek en güzel olay/kişi’  gözlerimi yaşarttı. Kıymet bildik mi?

Öncelikle çok teşekkür ederim ve itiraf etmem gerekirse bugün bile ne zaman okusam ben de kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum; sanki ben yazmamışım gibi. Önceden de söylediğim gibi görsel dilden roman diline döndüğü için görsel ağırlığı biraz daha baskın. Kıymet bildik mi? Kitleye baktığımızda ne yazık ki hayır. Ancak günümüzde yurt dışında isimleri duyulan, burs alıp en iyi okullara seçilen veya herhangi bir buluş yapıp bilim dünyasının odağına giren nice genç isimlerin “Bizim yolumuzu aydınlatan odur, ondan güç alıyoruz” demeleri bile onun, gençliğe bütün umudunu bağlamasının ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. O dönem politikaları eleştirilir, konuşulur; bunlar konuşulacak tabii, ama esaretten, kulluktan, köhnelikten çıkışı sağlayan ve hepimize insanın ne denli güçlü, üretken ve aydınlık olduğunu aşılayan öğretilerini yabana atmak mümkün değil.

 Havra Sokağına okurlardan ne gibi tepkiler geldi?

Çok güzel geri dönüşler oldu. Devamı olacak mı, neden bitti, bitmeseydi gibi birçok hoş tepki aldım. En güzeli de pek roman okumadığını söyleyen birinin, her işi bırakıp bir gün içinde tüm kitabı okuduğunu ve son yirmi sayfaya geldiğinde bitmemesi için bıraktığını söylemesiydi. Sonra çok zorlanmış okumamak için, ama aynı gece dayanamayıp bitirmiş. Aslında bu geri dönüşler Havra Sokağı’nın yeniden basılması için de vesile oldu. Havra Sokağı ilk basımında başka yayınevinden çıkmıştı, ancak nedenini bilmediğim bir şekilde kitabı yeniden basmadılar ve dağıtıma sokmadılar. Uzun süre yeniden basılması için uğraştım. Tabii bu zaman zarfında ara sıra bana internet üzerinden ulaşıp kitabı bulamadığını, nereden temin edeceklerini soranlar oldu. Artes Yayınları romanı beğendi ve bu şekilde Havra Sokağı yeniden can buldu.

 Sırada yeni romanlar ya da farklı çalışmalar var mı?

Var tabii, ancak bunu hayata geçirebilmek için her şeyimle ona odaklanmam gerek. Havra Sokağı’nı yazdığım dönemi hatırlıyorum; daha doğrusu onu senaryodan çıkarıp roman kurgusu olarak yaptığım zamanları… Bir buçuk hafta kadar sürmüştü, ancak günde üç saat uyumuş, neredeyse hiç dışarı çıkmamış, yemek hazırlamak gibi işler de dahil olmak üzere hiçbir iş yapmamış, tüm gün masa başında oturup yazmıştım. Karakterleri o kısıtlı uyku zamanımda bile rüyamda görüyordum! Zor, ama çok güzel bir süreç. O nedenle şimdi nasıl yaparım, bilemiyorum. Ancak uzun soluklu bir tatilde belki…

 Şalom’la yolunuz nasıl kesişti?

Şalom Gazetesi’ni zaten biliyordum, ancak o güne kadar gazeteye yazmak veya böyle bir istekte bulunmak hiç aklıma gelmemişti. 2013 yılının başında bir film analizi göndermek istedim ve gazeteye mail yazdım. Ardından bana bir köşe açabileceği belirtildi. O kadar mutlu olmuştum ki, anlatamam… O gün bu gündür her ay elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Yetmiş yıl boyunca birçok olaya ve önyargıya rağmen ayakta kalabilmeyi başarmış bir yayın organı. Gerçekten takdir edilesi. Üstelik size az önce bahsettiğim makaleyi hazırlarken yaptığım yüz yüze görüşmelerden de anladım ki, fark etmesek de çok önemli bir iş başarıyor. Kitleler üzerindeki yanlış düşünceleri ve canavar imajını yıkmaya yardımcı oluyor. İnsanlar gazetenin internet sitesine göz atarak olayları çarpıtılmış söylemler üzerinden değil, ilk ağızdan öğrenebiliyorlar. Bu çok değerli bir şey.

 

Selin SÜAR ORAL

2005 yılında Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nden mezun oldu. TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü ile TÜRSAK Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirilen Geleceğin Sineması yarışmasını iki kez kazandı. 2010 yılında ilk romanı ‘Havra Sokağı’ yayınlandı. 2011 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü, Sinema-TV Anasanat Dalı’nda yüksek lisansını tamamladı. Mübadelenin 90. Yıldönümü Etkinlikleri kapsamında Lozan Mübadilleri Derneği tarafından gelen davet üzerine İzmir ve İstanbul’da ‘Sinemada Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’ başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. İhraç edilen diziler kapsamında ‘Yunan İzleyicisinin Alımlaması Ekseninde Muhteşem Yüzyıl Dizisi’ başlıklı sunumuyla Kadir Has Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen 15. Türkiye Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler konferansında yer aldı. New Media E-Journal hakemli dergisinde ‘İllüzyonun Ötesi: Öznel Bakış Açısı Kullanımı Ekseninde Sinemanın Yanılsamasından Dijitalin Sanal Gerçekliğine’ isimli makalesi yayınlandı. Arnavutköy İlçe Milli Eğitim önderliğinde gerçekleştirilen ‘Bu Benim İlk Filmim’ projesinde sinema eğitmeni, Ulusal Fest-i Ar Film Festivali’nde jüri üyesi ve festival sunucusu olarak yer aldı. Şubat 2017’de Amerikalı yönetmen Tim Burton’ın biyografisinin ve sinemasının ana hatlarının da yer aldığı Es Yayınları’ndan çıkan ‘Bir TIM BURTON Kitabı’nı derledi.

Haziran 2017’de Hrant Dink Travel Grant- Beyond Borders bursuyla bellek ve post-bellek çalışmaları için Ermenistan’da bulundu. Mayıs 2018’de İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi’nde Prof. Dr. Zeynep ÇETİN ERUS’la birlikte yazdığı ‘Sinemada Değişen Aile Kavramı Üzerinden Kolektif Belleğin Kurucusu Olarak Kadın ve Erkek: Çınar Ağacı Filmi Örneği’ başlıklı makalesi yayınlandı. 2018 yılında Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sinema Bölümü’nde ‘Handan İpekçi Sineması’nda Kolektif Bellek’ başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Birçok kanalda yönetmen ve metin yazarı olarak görev almanın yanı sıra, Uluslararası Cannes Film Festivali, Uluslararası Dublin Fingal Film Festivali, Uluslararası Paris Clermont Ferrand Kısa Film Festivali gibi çeşitli uluslararası ve ulusal festivallerden ödül ve gösterim almış kısa filmlerin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendi. Görsel ve yazınsal çalışmalarının yanında halen Şalom Gazetesi’nde köşe yazarlığını ve İstanbul Aydın Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nde akademisyenliğini sürdürüyor.