İsrail´de olan mucize mi, ortak akıl mı?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı 2 yorum Sesli Dinle
16 Haziran 2021 Çarşamba

Yahudi dininin kodlarında mucize olarak adlandırdığımız doğaüstü olaylar özellikle Tevrat’ta çokça geçer. Mısır’dan çıkışta gerçekleşen sayısız mucizeden tutun da Makkabilerin Helenlerle çatışmasında ancak bir gün yetecek kadar yağı olan şamdanın sekiz gün yanmasına kadar sayısız mucizevi olay Yahudiliğin varoluşunun en önemli sacayağını oluşturur.

Zira mucizeler, Yahudilerin Tanrı’sının gücünü tüm dünyaya gösterme niyetinin bir parçası olmuş, Onsuz Yahudilerin varlığının güçsüzlüğü anlatılmak istenmiştir.

Oysaki Tevrat’ı satır satır okuyup, kapsamlı bir kutsal kitap analizi yapan Baruch Spinoza, mucize diye adlandırılan doğaüstü olayların aslında insan aklının açıklayamadığı doğa olayları olduğunu iddia etmiş, her şeyin belirlenmiş olduğu bir evrende herhangi bir olayın doğaüstü olmasının, işin doğası gereği mümkün olamayacağını savlamıştı.

Spinoza, doğa ile Tanrı’yı iç içe geçirdiği, “Tanrı doğadır, doğa Tanrıdır” iddiasına sahip olduğu için, ona göre mucize, doğa (ya da Tanrı) yasasının çiğnenmesi anlamına gelirdi ve bu kabul edilemez bir önerme olurdu.

Bugüne gelirsek, en umutsuz anlarda birdenbire ortaya çıkan olumlu gelişmeleri mucize olarak değerlendirirken acaba Spinoza’nın iddia ettiği gibi aslında bu gelişmeleri doğa veya Tanrı yasasının doğal bir tezahürü olarak mı görmek gerekmekte, bilemiyoruz. Aklın kabul etmekte zorlandığı bir eylemin, bir edimin gerçekleşmesi mucize değil de, zihnin sınırlı algı ve analiz kapasitesi ile açıklamakta zorlandığı bir gerçeklik midir, yoksa?

***

İsrail’de daha 45 gün önce yaşanılan, onlarca sivil insanın da hayatını kaybettiği mini savaştan sonra ülkede İslamcı Arap bir partinin desteğiyle hükümet kurulması bir mucize midir, yoksa ortak aklın dünya siyaset tarihine, emsal teşkil edebilecek çarpıcı bir hediyesi midir?

Evet, aşırı kutuplaşmış bir toplumun ülkesi İsrail’de bu hafta Netanyahu karşıtı olduğu anlaşılan sekiz benzemez partinin anlaşması sonucu dünya siyaset sahnesinde pek benzeri olmayan bir hükümetin savaştan sadece 45 gün sonra kurulması ve bir oy farkla da olsa güvenoyu alması insanlık adına umut verici bir gelişme olsa gerek.

Bir aşırı sağcı, bir televizyon programcısı, bir Rus göçmeni, bir general, sosyalist bir eşcinsel, bir feminist, bir merkez sağcı ve bir İslamcının imzalarıyla kurulan yeni İsrail hükümetinin bu kadar kırılgan yapısının tahribata uğramadan ülkeyi yönetmesi gerçekten siyaset tarihinde bir ilk olacak.

Mucizelerle donatılmış Yahudiliğin tarihi belki de yeni bir ‘mucize’ ile karşı karşıya, Spinoza’nın iddiasına rağmen.

Bu sekizlinin bir araya gelip ülke yönetmesi normal koşullarda rüyada görülse inanılmayacak bir görüntüyü içerse de, mucizenin arkasında yatan, Spinozacı bir yaklaşımla değerlendirirsek, hepsinde mevcut olan ortak Netanyahu karşıtlığıdır; ondan kurtulmanın yegâne motivasyonudur büyük ihtimalle.

12 yıldır başbakan olan Bibi Netanyahu’nun böyle bir sonu hak etmediği düşünülebilir. İsrail’de başbakanlık yapma süresinin sonsuz olması siyasi lideri, iktidarda kaldıkça kendini ‘vazgeçilmez’ görmesine neden oluyor. Ve gittikçe lidere, bilinçaltında ‘bu halkın bana ihtiyacı var’ yanılsaması hakim oluyor. Bu tür bir düşünce yapısı da demokratik ülkelerde liderlerin, seçimleri ve iktidarı kaybetmemek adına makyavelist politikalara gömülmesine, kutuplaşma siyasetinin şahikasını gütmesine de neden oluyor.

Netanyahu’nun, özgüveni çok yüksek bir lider olarak kafasında geliştirdiği, kendi deyimiyle, ülkesi için ‘hayatta kalma’ doktrinine uygun olarak içerde ve dışarda başarılı politikalar geliştirdiğini kabul etmek gerek. Ülkesi, teslim aldığı 12 yıl öncesine göre, birçok alanda çok daha ileri ve iyi durumda.

Yüksek teknoloji sanayisi, askeri, istihbarat ve güvenlik alanlarındaki üstünlüğü ile İsrail’i, dünyanın en ileri ülkelerinden biri haline getiren Netanyahu değilse bile, imkânsız denilen uluslararası anlaşmaları, bu üstünlükleri sayesinde İsrail’in kazanımlarına yazdıran işte Netanyahu’nun, bu ‘hayatta kalma’ doktrini olsa gerek.

“Zengin ol, gelişmiş ol, bir-iki düşman hariç herkes seninle olur o zaman” düşüncesidir, arka planda olan bu doktrinin.

Filistinlilerle bir barış kıvılcımı bile yaratmazken, kimi Arap ülkeleriyle imzaladığı Abraham Anlaşmaları ile kökten bir paradigma değişikliği yaparak tarihe not düşmüş oldu. Kimi Latin, Afrika ve Asya ülkeleri, Çin ve Rusya ile tarihte hiç olmadığı kadar diplomatik, ticari ve siyasi ilişkiler kurması onun bir başka başarısı olarak kayda geçmiş oldu. İran’ın nükleer tehlikesine ilişkin olarak Obama’nın itirazına rağmen, ABD Kongresinde mükemmel İngilizcesiyle yaptığı tarihi konuşma tüm dünyayı uyandırmaya vesile oldu.

Tek amacı vardı: İsrail’i zenginliği, gelişmişliği ve kendi karizmasının yardımıyla kurduğu ilişkiler sayesinde orman kanunlarının egemen olduğu dünyada en güvenli ve ileri konumda hayatta tutmaktı.

Lakin her bir siyaset projesinin yaratacağı yanlışlar ve olumsuzluklar da oldu. Filistinlilerle barış yapma yerine, onları daha da kışkırtacak girişimleri, içerde kendisine muhalif olan herkesi tipik arkaik bir yaklaşımla ‘solcu’  hatta ‘hain’ olarak niteleyerek nefret söylemi sularında dolaşması, iktidarda kalmak için dinci partilere sürekli büyük ödünler vermesi, toplumun aşırı kutuplaşmasına bir nebze bile çare aramaması, kendisine soruşturma açan savcıları, sonra da yargıçları, polisleri hatta kimi sağcı arkadaşlarını komplo kuran düşman olarak nitelemesi onun sonunu getiren davranışları oldu.

Bir de, ülkedeki artan zenginliğin adilce dağılmamasının orta sınıfın erimesine neden olması ve konut fiyatlarının bu sınıf tarafından ulaşılamaz hale gelmesi, halkı olumsuz etkileyen kimi günlük yaşam sıkıntıları, Bibi’nin başarılarının silinmesine neden olan başka başarısızlıklar oldu.

İçerdeki ekonomik ve siyasi hoşnutsuzluğun, kutuplaşmanın ve ayrışmanın ülkenin güvenliğini tehlikeye attığı ön kabulünden hareket eden sekiz benzemez, sonuç olarak ortak bir imza atarak Netanyahu’yu şimdilik muhalefete fırlatarak büyük bir değişimin öncüsü oldular, diyelim. Diyelim çünkü bu kırılgan yapının sürdürülebilir bir ortaklık yaratacağına inanmak zor.

Lakin geleceği geçmişin dinamikleri ile okuma yanılgısına düşmeden umudu korumakta fayda var, sükûnet ve belki de barış adına.

Bölgeyi yeni mucizelerin ele geçirmesini veya Spinoza’nın yaklaşımından hareketle, doğa yasası türevi olan ortak aklın, olamaz denileni, mucize olarak niteleneni, hayata geçirmesini dileyelim.

Tıpkı sekiz benzemezin benzerini denediği gibi…

 ***

Okurdan

Bu yazı Ogeday Çuhadar tarafından, İvo Molinas’ın 2 Haziran 2021 tarihinde yayınlanan ‘Kötülük İyiliği Yeniyor mu Yoksa?’ başlıklı yazısına istinaden kaleme alındı.

Dostum son yazını okudum, düşündüm, tekrar okudum. Değindiğin iyi-kötü kavramları malum ahlakın konusu. Bence sorun ahlakın yerel (zamana ve mekâna bağlı) bir kavram olması ve fakat evrensel olmaması.

Konuyu evrensel olduğunu iddia ettiğim önermeler kapsamında düşünmek bana yardımcı oluyor:

1. Evrende olmakta olan her şeyin üstünde veya dışında bir varlık yoktur.

2. Varlıklar arasında bir değer hiyerarşisi yoktur.

3. Evrenin bir amacı- ereği yoktur.

4. Her varlıkta var olma eğilimi vardır.

5. Canlı olmak entropiye direniştir, herhangi bir anlam içermemektedir.

Bu çerçevede zayıfın ezilmesi neden beni rahatsız ediyor diye tekrar düşündüm, yani yerel olanın veya zamanın ruhuna takılmadan akıl kullanmaya cesaret ettim diyelim.

Sonuç olarak 2, 4, 5’i tam olarak kabul ediyorum zira kendimi de canlı bir varlık olarak tanımlıyorum, 1 ve 3 ise bana göre ana temayı destekliyor.

Hannah Hanım (elbette sevdiğim kadınlar listesinde yer alıyor kendisi) haklı, Eichmann’da özel bir durum yok, üstelik yerine göre çok basit bir durum var:

Kendisi fazlasıyla ‘yerel’ beyni ile tanımladığı varlıklardan birinin, diğerine göre daha değerli olduğunu düşünüp, zamanın da ruhuna uygun olarak yarattığı rezil değerler hiyerarşisine (ahlakına) dayanarak katliam uygulanmasına dair verilen kararın tutanaklarını tutmaktan, uygulamaların bizzat içinde olmaya kadar yaptıkları ile, yukarıda kabul ettiğim evrensel prensipleri çiğnemiştir.

Söz konusu evrensel prensipleri çiğnemesi sonucu sıra kendisine gelince de, o ‘öngörü fakiri’ beyni ile verilen emre uymanın ahlakına bir mazeret olabileceğini düşünmüş, ama özellikle 4 ve 5 numara kuralına aykırılığa yol açacaklara mesaj olarak kendisini asmanın da bir emir sonucu olacağını, üstelik var olmaya karşı olmanın doğal bir sonucu olarak var olma hakkının elinden alınabileceğini dahi düşünememiş, oldukça basit bir ‘kötü’dür kendisi.

Işığı günümüze tuttuğumuzda da, bana göre 1-5 arası kurallar iyi/kötü belirlemesinde geçerli ölçüt olmaya devam edecektir. Dünya körlerin ve kör olmayanların iktidar mücadelesine sahne olduğu sürece ise iyi/kötü gerilimi son sürat devam edecektir. Elbette ülkemdeki iktidarın sahiplerinin ne zamanı ne de ruhu gözümde bir anlam ifade etmiyor, onlar bana, ben onlara kör derken zaman akıp gidiyor.

Daima entropiye direnenlerin yanında olacak dostun…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün