Balkan Savaşları

Elif ULUĞ Köşe Yazısı
6 Ekim 2021 Çarşamba

Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını değiştiren ve imparatorluğu bitiren en önemli savaşlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babalarının, Osmanlı Türk aydınının  doğdukları evlerin neredeyse pek çoğu kaybedilen Balkan kentlerindedir. Kaybedilen Balkanlar’ın yerini hep zamanını beklemiş, ihmal edilmiş olan Anadolu almıştır, aslında çoktan hakkettiği şekilde… Balkanlar’ın bu yazıyı yazışımdan neredeyse yüzyıldan biraz daha fazla zamandan önce yaşanan acılarla yitirilişi kurucularımızın, Osmanlı Türk entelektüellerinin hayata, ülkeye ve Anadolu’ya bakışlarını çok derinden etkilemiş, değiştirmiş, onlar üzerinde travmatik etkiler yaratmış ve yetiştikleri dönemin onları etkileyen ‘soğuk, bakımsız, terkedilmiş’ Anadolu algılarını değiştirmek zorunda bırakmıştır. Pek de sevimli bulunmayan Anadolu’nun kalbinin tam ortasındaki Ankara genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti yapılarak , yüzyılların eskitemediği meşhur Bizanslı İstanbul’un pabucunu bile dama attırmıştır.

7 Ekim 1913’te başlayan I.Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti, Bulgaristan KrallığıSırbistan KrallığıYunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı'ndan oluşan Balkan devletleriyle savaştı. Bu savaş sonucundaysa Osmanlı Devleti, Edirne ve Kırklareli'ye kadar olan Midye-Enez Hattının batısındaki tüm topraklarını Balkan devletlerine bırakmak zorunda kaldı. Osmanlı Devletinde ise 1908 yılındaki II.Meşrutiyet'in ilanı sonrası siyasi çalkantılar devam etmekteydi ve I.Balkan Savaşı öncesi İttihat ve Terakki Partisi ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasında çekişme yaşanmaktaydı. Diğer taraftan Osmanlı Ordusu, Trablusgarp'ta İtalyanlar ile savaşırken, Yemen'de çıkan isyan sonrası büyük bir hata içine düşerek, Rumeli’deki taburların bir kısmını bu isyanı bastırmak için Yemen'e gönderdi. Bunun yanında bir diğer sorun da nüfustu. Osmanlı İmparatorluğunun nüfusu 1912 yılında 26 milyon olsa da bunun sadece 6,1 milyonu Balkanlar'da yaşıyordu. Dahası bu nüfustan hiç askerlik yapmayan Hristiyan ahaliyi düşünce geriye sadece 2,3 milyonluk bir Müslüman Türk nüfus çıkıyordu ki, Anadolu'dan takviye almadan Rumeli'deki halktan bir ordu oluşturulmak istense sadece bu 2,3 milyonluk kesimden çıkartılmak zorundaydı. O da olacak iş değildi. Kurucu babalarımızın zihinlerinde olan en önemli sorunlardan biri de buydu çünkü hemen hemen tümü askeri okullardan yetişen insanlardı ve savaşmanın, cephelerde savaşacak askeri bulmanın, onu eğitmenin ufukta ülkeyi bekleyen uzun savaşlar dizisinin nasıl yönetileceğini, nasıl organize edilebileceğini düşünüyorlardı. Hemen hepsini uzun yıllar boyunca cephelerde geçecek uzun ve uykusuz geceler bekliyordu. Osmanlı-Türk aydın ve bürokratının vicdanları kadar emin” oldukları bir bölgenin kaybedilmiş olması, travma etkisi yarattı[1]. Elimizde kalan Anadolu’ydu. Ve bu kadim topraklar maalesef ihmal edilmiş, kaderine terkedilmiş geniş alanlara, dağınık bir dünya düzenine, bir bilinmeze dönüktü.

Savaşın ve yenilginin getirdiği travmaların dönemin yazarlarının kalemlerinden nasıl anlatıldığına biraz da bakmak lazım. Örneğin, Reşat Nuri Güntekin; Osmanlı-Türk aydının Balkan Savaşları öncesindeki Anadolu algısını ortaya koyarken iki noktaya dikkat çeker. Güntekin’e göre bu algıda hakim durum, Anadolu’ya yapılan haksızlıktır. Zira Anadolu o güne kadar sadece bir asker ve zahire deposu olarak görülmüştür. Sene 1913; Büyük Muharebe eli kulağında O zamanın gençliği Osmanlı Devletiyle beraber memleketi de bir uçuruma doğru götüren sebeplerden bazılarını yalan yanlış sezinlemeğe başlamıştı. Bunlardan biri Anadolu'ya yapılmakta olan haksızlıktı. Asırlardan beri bütün kuvvet İstanbul'a verilmişti. Devlet adamları, iş adamları Anadolu'yu yalnız bir asker ve zahire deposu; idealist gençlik, ancak uzaktan sevilir, akşamın ve acının karanlık ve esrarlı bir evliyalar diyarı görüyordu. Balkan felaketinden sonra İstanbul'da bir kalkınma hareketi oldu; gazetelerde bazı yazılar yazıldı….Gençler, o zaman makale ile nasihatle pek Anadolu'ya rağbet edeceğe benzemezlerdi. Bazıları kalem katipliği filân gibi küçük bir işle İstanbul'da tutunamazlarsa ağlaya sızlaya yakın vilayetlerden birine çıkarlar, orada dünyanın öbür ucunda sürgüne gönderilmiş gibi ahüzar içinde vakit geçirirlerdi.”[2]

Balkan Savaşları öncesinde Anadolu, Osmanlı-Türk aydının gündeminde pek de yer almaz. Falih Rıfkı Atay’a göre, Anadolu bize bir bütün duygusu vermezdi. Bölge lehçeleri birbirleri ile anlaşamayacak kadar farklı idiler. Konyalı Trabzonlu ve Bitlisli birbirleri ile Üsküplü, Manastır’lı ve Selanik’li Türkler gibi yoğrulup kaynaşmazdı. Anadolu İstanbul’dan adam süreceğimiz veya Arnavutluk’ta, Yemen’de yeniden on binlerce adam öldürmemiz gerektiği zaman hatıra gelirdi. Araplar da yerlerinden oynadıklarına göre Türklüğün son vatanı artık o idi.”[3] Şevket Süreya Aydemir kuşağının Anadolu algısını şöyle tarif eder: “…Hayır, Anadolu Rumeli çocuklarının hayallerini dolduracak bir yer değildir. Bizim hayalimiz o günlere kadar Tuna’da Kafkasya’da Afrika’da Hint kapılarında dolaşmıştı. Bizim kafalarımızda yaşattığımız rüya bir cihan hâkimiyetiydi. Her birimiz bir cihangir olacaktık. İskender gibi, Yavuz gibi, Napolyon gibi.”[4]

Ancak Balkanlar kaybedilir müthiş bir ümitsizlik ve hayal kırıklığı yaratarak. Anadolu, Balkanlar’da yaşanan felaketlerin sonunda sığınılan yeni topraktır, vatandır. Mecburiyettir ama aynı anda mutluluktur, güvendir, Bulgar, Sırp ve Yunan çetelerinin zulmünden kaçarak sığınılan öz vatandır.

Balkanların kaybıyla vatan kaybetmenin sarsıcı etkisi ile tanışan Cumhuriyet’in kurucu babaları ve aydınları, formasyonlarını bu sürecin şekillendirdiği ortamda ve dinamikler çerçevesinde aldı. Bu durum, aralarında Balkan topraklarında doğmuş olanların da bulunduğu Cumhuriyetin ilk kuşak yöneticilerini, başka kuşaklara göre daha fazla uyardı ve biledi. Anadolu’ya dayalı bir milliyetçilik anlayışı inşa edilmeye başlandı. Temelleri Balkan Savaşları sonrasında atılan, I. Dünya Savaşı yıllarında olgunlaşan Anadolu’ya dayalı milliyetçilik yaklaşımı, Arap coğrafyasının kaybıyla birlikte zorunluluk olarak aydının karşısına çıktı.



[1] 1 Rıfat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1839-1919) Askeri Siyasi Hayatı, İstanbul, Filiz Kitapevi, 1989, s.367

[2] Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları, Cilt: I, İstanbul, İnkılap Yayınları, 1968, s. 81.

[3] Falih Rıfkı, “Anadolu Seyahatleri”, Tanin, 12 Temmuz 1913.

[4] Şevket Süreyya; Suyu Arayan Adam, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1995, s. 54.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün