İzlanda’ya yolculuk -2: İzlenimler

David OJALVO Köşe Yazısı
28 Temmuz 2020 Salı

Hava raporu Reykjavik için bulutlu ve yağışlı günler gösteriyordu. Uçak, gri bulutların arasından inişe geçerken volkanik araziye yağmur yağıyordu. Havalimanının bulunduğu Keflavik kasabası haziran sonunda 11 derece. Takip eden günlerde ceketime, hatta kazağıma ihtiyaç duyacak olsam da şansım yaver gitti. Havaların genelde güzel seyrettiği, aydınlık bir seyahat gerçekleştirdim.

Hava tahminlerinin tutmaması beni olduğu kadar İzlandalıları da mutlu etmiştir. Reykjavik’in sakin sokaklarını gezerken en çok neşeli görünenler gençlerdi. Yokuşlu yolları denize inen bu küçük kentte binaların cepheleri aydınlık renklere boyanmış. Başkentte, kış aylarında okuduğum İzlanda gezi rehberinden not aldığım birkaç yapıya bakıyor, önerilen sokaklardan geçiyorum. Kent merkezinde gökkuşağı renkleriyle kaplanan caddenin kenarında Reykjavik’in en eski kafesinde dinleniyorum. 1958’ten beri faaliyet gösteren Mokka-Kaffi'nin pastası lezzet vermese de, İzlanda’nın kahvesi damaklarda tat bırakıyor. Kafeye yakın kitapçıdan İzlandalı şairlerin İngilizce tercümelerinin toplandığı antolojiyi alıyorum. Kasada sıramı beklerken çiçekli yazlık bir elbise giymiş son derece güzel bir kadın kitapçıya ayrı bir soluk getiriyor. Kahverengi deri cilt kitapçıdaki son örnek olduğundan ötürü her nedense indirime hak kazanıyorum ve seviniyorum. Güzel kadın sanki çevresindekilere uğur getiriyor.

İzlanda denildiğinde turistlerin gitmeyi sevdiği yerlerin en başında Mavi Lagün (The Blue Lagoon) geliyor. Gezi rehberine göre aylar öncesinden randevu ile girilebilen bu jeotermal kaplıcayı ziyaret etmek pandemi nedeniyle oldukça rahattı. Kasada bir başka güzel İzlandalı kadın pahalı bir ziyaret paketi satmaya çalışsa da, önemli olanın ‘orada bulunmak ve bu deneyimi yaşamak’ olduğunu belirtiyorum. Yerin 2 kilometre derininden gelen ve 38 derecelik sıcaklıktaki mineralli suyun tadını güneşli, hafif serin bir günde çıkartmak yetiyor da artıyor.

İzlanda Havayolları İsveç’e dönüş tarihimi bir gün öne çektiği için programımı kısaltmak zorunda kalsam da, kuzeydeki Mývatn Kasabası ve kaplıcalarına kadar turumu gerçekleştirebiliyorum. Bir söz vardır hani, “Hedef varılacak nokta değil, yolun kendisidir” diye. Bu söz, İzlanda için söylenmiş. Þingvellir ve Snæfellsjökull doğa parkları, Goðafoss ve Dettifoss şelalelerine uzanan kilometrelerce yolları bir resim tablosunun içindeymiş gibi yaşıyorsunuz. Arazinin değişen yapısı var; koyun ve at çiftlikleri, alabildiğine yeşil çayırlar veya taşlı kayalık bölgeler, yamaçlar, kanyonlar, üzeri karla örtülü dağlar, küçük kasabalar, yükselip alçalan bulutlar ile doğa neredeyse hipnotize ediyor. Avrupa’nın en büyük şelalesi olan Dettifoss soluğu kesen nitelikte.

Yerkürenin 66. paralelindeki İzlanda’nın en büyük ikinci kenti Akureyri yer alıyor. Nüfus 18 bin. Sahil kenarında sevimli bu kasabada günbatımı saat 0.35 ve gündoğumu 1.56 idi. Anlaşılacağı üzere gece yoktu. On iki derecelik güneş t-shirt ile gezmek, hatta yanmak için yeterliydi.

İsveç’e dönerken on yıllık hayalim olan bu seyahati gerçekleştirdiğim için memnundum. İzlanda’nın oldukça pahalı bir ülke olduğunu not etmekte yarar var. Beni düşündüren bir başka nokta da yaklaşık 200 bin nüfusa sahip başkent Reykjavik’in büyük kent izlenimi uyandırmaktan uzak olmasaydı. İzlanda’da yaşasaydım, büyük kente dair bir özlem ve yoksunluk duyardım. Son 1,5 yıldır 30 bin nüfuslu bir Ortaçağ kentinde yaşasam da, başkent Stockholm'ün yakınlarda yer aldığı bilmek güzel. Bunu daha iyi anladım.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün