“Hiçbir şey insanı müzik kadar gözyaşlarına boğmaz veya neşelendirmez”

1985 yılında ABD´de doğan Türkiye kökenli Avi Amon çok yönlü bir sanatçı. Besteci-piyanist-eğitmen Amon´un, köklerinden ve Sefarad kültüründen ilhamla bestelediği ´Salonika´ ile ´İnşallah/Maşallah´ operası, müzik dünyasında çok ses getirdi. Hedefleri arasında yok olmaya başlayan kültürleri yeniden keşfetmek olan sanatçı ile müziğini ve eserlerini konuştuk…

Dora NİYEGO Söyleşi
5 Mayıs 2021 Çarşamba

Besteci, piyanist, ses sanatçısı ve eğitimcisiniz. Pek çok ilgi alanınız ve yeteneğiniz olduğu için mi bu kadar çok işle uğraşıyorsunuz?

Bu çok güzel bir soru! Evet, pek çok ilgi alanım var ama aynı zamanda birçok şeyi yapmanın da zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Sadece gelir elde etmek ve sanatçı olarak meşgul olmak için değil, aynı zamanda yaratıcı beynimi çevik ve esnek tutmak için yapıyorum.

Her yeni proje, yeni bir düşünce biçimini, yeni zorlukları veya kısıtlamaları düşünmeniz için sizi zorlar. Pandemide geçen bu yıl, bunun mükemmel bir örneğini gösteriyor. Değiştirmek ve uyum sağlamak zorunda kaldıklarımızı bir düşünün. Markete gitmek gibi en küçük işten, aile ve toplum gibi daha önemli şeylere kadar tüm hayatımız değişti. Çok büyük karışıklıklar yaşadık, ancak aynı zamanda birçok iyi düşünce tarzı da geliştirdik. Kariyerim için de durum aynı; iyi olanı tut, iyi olmayanı at. Yaratıcı bir geleceğe giden tek bir yol yoktur.

Nelerden ilham alıyorsunuz?

Bir besteci olarak hedeflerimden biri, yok olmaya başlayan kültürleri yeniden keşfetmek. Ancak, bu kültürleri sadece korumak değil, aynı zamanda, geleneklerini, hikâye anlatımını ve topluluğu devam ettirmede aktif bir katılımcı olmak istiyorum. Bir besteci olarak, Akdeniz ve Ortadoğu kültürel mirasımdan ilham alıyorum. Bu kültürel mirasın, özellikle Sefarad Yahudilerinin müziği ve eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan diğer halkların müzikleriyle olan bölümleri ile ilgileniyorum. Müziğimde yenilik yaratmak için, diaspora ve öteki olmak temalarıyla çalışıyorum. Sesi, müziği çok kapsamlı bir şekilde düşünüyorum ve kuş seslerinden tutun, jet motorunun sesine kadar her şeyden ilham alıyorum. Elbette müzik dinliyorum, ama bunu özellikle bir ses ararken yapıyorum. Film müzikleri, Barok müziği, deneysel ses manzaraları, modern R&B ve pop, psychedelic 60'ların Türk rock müziği gibi müzikler dinliyorum. Ama dürüst olmak gerekirse, kendimi en çok sessizlik ararken buluyorum. Gerçek ilhamı bulmak, kulaklarımı ve beynimi temizlemek için zamana ihtiyacım oluyor.

Bir fikri müziğe dönüştürme süreciniz nedir?

Müzik yazma sürecim, kaybolma, büyük bir ses ve deney karmaşası yaratma ve sonra da bunların hepsini yavaşça kullanılabilir şekle dönüştürme sürecidir. Bu, benim caz doğaçlama geçmişimden kaynaklanıyor. Aynı zamanda,  Beethoven veya Chopin parçalarından kendi versiyonlarımı yaratarak, klasik piyano öğretmenlerimi yıllarca hayal kırıklığına uğratmamdan da kaldı bana. Bir sesin peşinde koşarım; o ses beynimde hayal ettiğim veya etrafımdaki havada hissettiğim bir şey olabilir. Genellikle müzik ortaya çıkmadan önce uzun süre düşünmem gerekir. Zaman zaman gerçek bir kıvılcım hissedersiniz, evrenden bir hediye alırsınız ve bu çok çabuk olur. Ancak bu nadir ve özeldir!

SALONİKA adlı eseriniz Sefarad unsurları içeriyor. Bu çalışmanızdan bahseder misiniz?

Salonika kalbime hitap eden çok değerli bir gösteri. Diaspora ve zengin kültürel mirasımıza bir saygı benim için… Konusu bir travma ve ardından kurtuluş üzerine bir meditasyon. İş arkadaşım Julia Gytri ile birkaç yıldır bu program üzerinde çalışıyoruz. Birçok Sefarad ve Türk atasözü, halk hikâyeleri ve müzikten etkilendik; Ladino dili ve melodilerini parça boyunca işledik. Bunu Amerikalı bir izleyici kitlesine tanıtmak zor olabilir. “Once upon a time” yerine “Bir varmış, bir yokmuş" ile bir hikâye başlatmak kadar basit bir şey bile, bu izleyiciyi ‘çok yabancı’ hissettirebilir. Amacımız yabancılaştırmak değil, bu hikâyelerle ortak insanlığımızı vurgulamak ve kültürümüzü yaşatmak. Salonıka'yı ülke çapında birçok tiyatroda geliştirdiğimiz için şanslıyız. Ayrıca dramatürjik destek için buradaki ve dünyanın dört bir yanındaki Sefarad topluluklarıyla temas halindeyiz. Bir sonraki eserimizi ve eserin görsel dilini geliştirmeye devam etmek için fon arayışındayız. Belki onu bir film bile yapabiliriz!

Şovun kısaca konusu şöyle: Selanik-Yunanistan; yıl 1941; Mihver güçleri şehre girdikçe, Sefarad Yahudi nüfusu, gelmekte olan dehşeti hissetmeye başlar. Genç bir erkek ve kız, büyülü bir hayal dünyasında kaybolarak, çevrelerindeki dünyanın gerilimlerinden, sıkıntılarından kaçarlar. Ancak bu fantezi dünyası, o dünyanın içinde yaşayanlar için bir kaçış değildir. Bu toprağın prens ve prensesi, çok rahatsız hissederler kendilerini ve sonunda geleceğin ‘icat edilmiş’ dünyasına kaçarlar. Selanik'te bir kız ve bir erkek acılarını hafifletmek için hikâyeler anlatırlar.

Geleneksel Ladino folkloru, lisanların karıştırılması, konuşan hayvanlar, Osmanlı gölge oyunları, Ortadoğu’nun ve elektronik seslerin müzikal füzyonları ile Salonika gerçeklik ile kurgu arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor. Hikâye anlatımının gücü içinde hepimiz, birbirimize bağlı olduğumuzun kaçınılmaz ve sayısız yollarını keşfediyoruz.

Bestelediğiniz ‘İnşallah / Maşallah’ operasında Türk kökeninizin etkisi var mı?

New York Brooklyn'deki Target Margin Tiyatrosu, Ortadoğu mirasına sahip birkaç sanatçıya, 1001 Gece Masalları’nın Sindbad hikâyelerini yeniden tasarlama ve yeniden yorumlama fırsatını tanımıştı.

‘İnşallah / Maşallah’, kültürel anlatımda mitin güçlerini ve problemlerini, ses, şarkı ve duygusal manipülasyon yoluyla araştırıyor. Sadece ses ve ışık kullanılarak nasıl bir hikâye anlatılabileceğini çok merak ettim. Seyirci, ses deneyiminin en ilginç bulduğu kısımlarına odaklanarak, mekânda diledikleri gibi hareket etmekte özgür. Parçada Türk etkileri çok fazla. Ezgiler yaratmak için Türk makam sistemlerinden yoğun bir şekilde yararlandım; saz, kanun, zurna ve daha birçok enstrüman ve ritmik kalıpları örnekleyerek partisyonu oluşturdum. Ayrıca, parçanın bir bölümünün temeli olarak Türkçe kuşdilini araştırmak için de çok zaman harcadım. Önümüzdeki yıl gösterinin albüm versiyonunu yayınlamayı düşünüyorum.

Bize ‘52. Sokak projesi hakkında bilgi verir misiniz? Oradaki rolünüz nedir?

‘52nd Street’ projesi, New York'taki en sevdiğim organizasyonlardan biri. Yeni ve özgün çalışmalar yaratmak istiyoruz ve bunun için de, Hell's Kitchen semtinde yetersiz hizmet alan gençlerle çalışıp onları tiyatro profesyonelleriyle eşleştiriyoruz. Gençlerin söyleyecek çok şeyleri var ve onlara kendilerini ifade etmeleri için bir platform veriyoruz. Bu, tiyatro, müzik, dans, film, şiir, podcast vs. olabilir.

Bu projede müzik direktörüyüm, bu sebeple müzik veya ses içeren her şeyi destekliyorum. Pandemide, özellikle başarılı olan programlardan biri olan ‘Song Making’ bizim programımızdı. Dört yepyeni şarkı oluşturmak için yaşları 9 ila 12 arasında değişen dört gençle çalıştım. Şarkı sözlerini yazdılar, ben müziği yazdım ve sonuçlar kesinlikle büyüleyici oldu. Gençlerin beyinleri çok yaratıcı…

Aldığınız Jonathan Larson Bursu, New Music USA Bursu ve Anna Sosenko Assist Trust Bursundan bahseder misiniz? Başka ödüller aldınız mı?

Jonathan Larson Bursu, Amerika Birleşik Devletleri'nde müzikal tiyatronun sınırlarını zorlayan birey veya ekiplere verilen büyük bir ödüldür. İş arkadaşım Julia Gytri ve ben, SALONİKA ile ilgili yaptığımız çalışmalardan dolayı ödüllendirildik.

New Music USA'dan alınan burs, arkadaşım koreograf Hadar Ahuvia ile İsrail dansının tarihsel araştırması için yaptığımız ‘The Dances Are Us’ adlı yeni bir eser için yaptığımız işbirliğine verilen burstur.

Anna Sosenko Assist Trust, kariyerinin başındaki sanatçılara, mesleki gelişimleri için gerekli ekipman ve harcamalarda kullanılmak üzere küçük burslar sağlar.

Bunun yanı sıra, Richard Rogers Ödülü finalistiyim. Ayrıca, bazı yerlerde Artist in Residence ve Oyun Yazarları Lonca üyesiyim.

21. yüzyılda sanatçı olmak nasıl bir duygu?

Hem heyecan verici hem de imkânsız gibi görünüyor. Daha önce hiç bu kadar çok fikre, sınır ötesi ve kültürel ayrılıklar yaratmak için erişimimiz olmamıştı. Ama aynı zamanda bu tamamen ezici de olabilir. Dünya şimdi çok hızlı hareket ediyor, bu sebeple yavaşlayacak ve düşünecek anlar bulmak çok zor oluyor. Ama genel olarak, teknolojinin yaratma sürecimize getirdiği olanaklar beni çok heyecanlandırıyor ve enerji veriyor.

Müziğin dünyayı değiştirebileceğine inanıyor musunuz?

Bence müzik ve genel anlamda sanat, dünyayı değiştirdi, değiştirmeye devam edecek; ama daha da önemlisi, dünyayı her zamankinden daha fazla birleştirdiğini düşünüyorum. Bu araçlar bize, insan ve topluluklar olarak hissettiklerimizi ifade etme yolu sağlıyor. Ayrıca çeşitli nedenlerin duyulması için bir platform yaratma şekli de sağlıyor. Sanat aynı zamanda, farklı geçmişlere sahip insanların empatiyi anlamalarına ve en azından bu kargaşa dolu dünyada bir güzelliğin tadını çıkarmalarına izin veriyor. Hiçbir şey insanları müzik kadar gözyaşlarına boğamaz veya neşelendiremez. Tek bir nota, bir milyon kelimenin duygusal ağırlığını taşıyabilir, bütün bir halkın tarihini ve sınırsız bir gelecek olasılığını tek bir hareketle iletebilir. Bir besteci olmak ve bu tür hazinelerin bekçisi olarak güvenilmek çok büyük bir armağandır.

Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Hobileriniz neler?

Bu ara, birçok insan gibi boş zamanımın büyük kısmı ailemle geçiyor. Pandemi, yaratıcı endüstrimizi, özellikle de destek sistemleri olmayanları etkiliyor. Bunun tek faydası eşim Molly ve iki yaşındaki kızımız Noa ile geçirdiğimiz fazladan zamanı bana kazandırması oldu. Yine de hobilere zaman ayırmak için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Mümkün olduğunca dağlarda yürüyüş yapıyorum. Brooklyn’deki dairemizde ilgilenmemiz gereken yüzlerce bitki var. Yemek yapmayı da çok seviyorum, kendi ekmeğimi yapıyorum, özellikle annem ve anneannemden öğrendiğim Türk yemeklerini pişirmeyi seviyorum. Bir gün emekli olduğumda böreklerim onlarınki kadar güzel olacak.

Müzik konusunda yetenekli gençlere ne yapmalarını tavsiye edersiniz?

Bu soru bana birkaç yıl önce önemli bir sanatçı olan kuzinim Sibel Horada ile Burgazada’da Hristo Manastırına doğru, tepeye yürürken yaptığımız bir konuşmayı hatırlattı. Bulutlu bir sonbahar günüydü ve bizi taze gözleme yemeye götürüyorlardı. Sibel, fantastik bir görsel sanatçı, ben de yaratıcılık alanında daha genç bir insan olarak ondan tavsiye istedim. “Yapabileceğin en önemli şey, insanlarla konuşmak. Elbette sanat yapmak, iş bulmak, ödevini yapmak artık senin işin. Ancak bağlantı kurduğun kişiler ve sana anlattıkları hikâyeler, hayal bile edemeyeceğin şekilde sana faydası olacak. Bu yüzden yapman gereken bu” dedi Sibel. Bu sohbetimizi sık sık düşünürüm ve elimden geldiğince öğrencilerimle de bu duyguyu paylaşmaya çalışıyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün