Türk Tiyatrosunu Türk Tiyatrosu yapanlar kimlerdir?

Türk Tiyatrosunu, Türk Tiyatrosu yapanlar farklı inançlara, farklı milliyetlere fakat aynı emellere, aynı hayallere sahip olan kahramanlardır.

Perspektif 1 yorum
31 Mart 2021 Çarşamba

Erdem Beliğ Zaman

Tiyatro tarihimizi sorduğumuzda çok kez papağan gibi şu tiradı duyarız: “Türkiye Tiyatrosunu (Türkçe Tiyatro diyenler dahi var!) Ermeni vatandaşlarımız kurmuştur, Muhsin Ertuğrul geliştirmiştir; Devlet Tiyatrosu’na getirilen Carl Ebert ile batılı, disiplinli, modern bir çehre kazandırmıştır ve tercüme piyesler oynaya oynaya bugüne kadar gelmiştir!” Bu tirad aklıma şu fıkrayı getiriyor:

Bir kadın kocasına: “Kuzum efendi, bir gün bir mecliste vaiz bir şey anlatmıştı. Mısır’da bir kadın evliya mı varmış? Bir kız yerden mi çıkmış? Sonra keçisini mi boğmuşlar, ne? Sen bu şeyleri bilirsin. Bunun aslı nedir?” diye sormuş. Kocası şöyle cevap vermiş: “A kadın, senin hangi yanlışını düzelteceğimi şaşırdım! Bir kere senin dediğin yer Mısır değil, Arz-ı Kenan ili, İsrail. Senin dediğin kadın değil, erkek. Gene dediğin gibi bu kişi evliya değil, peygamber; Hazreti İbrahim aleyhisselam. Senin dediğin gibi o yerden çıkmadı, gökten indi. Senin dediğin gibi o hayvan da keçi değil, koyun. Ve yine senin dediğin gibi onu boğmadılar; kurban ettiler!”

Öyle ya tıpkı bu fıkradaki gibi yukarıdaki tiradın hangi yanlışını düzelteceğimi şaşırdım! Evvela tiyatromuzun hangi membalardan beslendiğini bilmek lâzımdır. Bizde tiyatro üç ayrı cephede gelişimini sürdürmüş, Cumhuriyet devrinde de aynı potada eriyip ‘Türk Tiyatrosu’ dediğimiz tiyatroyu meydana getirmiştir. Üç cephenin ilki tâ Orta Asya’ya dayanan, Metin And’ın ‘kökünç’ olarak naklettiği dinî ve şamanî şölenlerle başlayıp bugüne gelen; Ahmet Kudsi Tecer’in deyimiyle ‘Köylü temsilleri’ yahut çokça bilinen ismiyle ‘Köy seyirlik oyunları’dır. Bu oyunlar zamanla belli başlı kaidelere kavuşarak orta oyununa dönüşmüş, bugün bildiğimiz orta oyunu da son şeklini İstanbul’da, bu oyun tarzının en büyük ismi olan Kavuklu Hamdi ve onun Pişekârı Küçük İsmail Efendi’nin beraber geliştirdiği etkileyici oyun tarzıyla beraber almıştır. Bunların yanında kökünü gene Orta Asya’ya, Dede Korkut’a dayandırılabileceğimiz ‘Meddah’ ve Asya gölge oyunlarıyla büyük benzerlikler taşıyan ‘Karagöz’ü de millî tiyatromuz başlığı altında bu cephede değerlendirebiliriz lâkin dikkatinizi çekmek isterim ki bu Türk Tiyatrosunun yalnızca bir cephesidir. Türk Tiyatrosu sadece ‘yerli’ ya da ‘millî’ tiyatronun mahsulü değildir. Onun ikinci bir cephesi vardır ki o cephe bu toprakların yani Anadolu’nun Dionysos Şenliklerine dayanır. Yunan medeniyetinin izlerini taşıyan bu şenlikler Anadolu’da Orta Asya’dan gelen millî tiyatromuzla karşılaşmış ve birbirini tamamlayarak daha renkli daha ahenkli bir gösteri tarzı haline gelmiştir. Bakınız bu iki cephe dahi Türk Tiyatrosunun oluşumunu tamamlaması için kâfi gelmemiştir. Üçüncü cephede ise bilhassa 1492’den sonra İspanya’dan ülkemize gelen Mûsevî vatandaşlarımızın getirdikleri Avrupaî-Endülüsvârî oyunlar, Ermeni ve Rum vatandaşlarımızın Batı ile münasebetlerinin yüksekliği sebebiyle görüp geliştirdikleri İtalyan sahnesine uygun piyesler, umumiyetle Tanzimat’tan sonra İstanbul sahnelerinde temsil verme imkânı bulan büyük çoğunluğu Macar olan, Fransız, Alman ve Avusturyalı dansçıların, oyuncuların oyunları ve memleketimizdeki diğer ekalliyetlerin kendi kültürlerinden aktardıkları oyun tarzları vardır. Bu oyuncular, oyunlar ve oyun tarzları iki cepheli tiyatromuza üçüncü bir cephe kazandırıp bugünün Türk Tiyatrosunun meydana gelmesini sağlamıştır.

ASIL MESELE İSİMLENDİRME

Buraya kadar bir mesele yoktur ki asıl mesele isimlendirmede karşımıza çıkmaktadır. Son devirde Türk Tiyatrosu, ırkçı bir isimlendirme olarak tasnif edilip reddedilmektedir. Peki, hakikaten de bu böyle midir? El-cevap: elbette değildir, çünkü Türk Tiyatrosu milliyet temeline dayanan bir isimlendirme değil millet temeline dayanan bir isimlendirmedir! Nasıl Fransa’daki tiyatroya Fransız Tiyatrosu, Rusya’daki tiyatroya Rus Tiyatrosu deniyorsa Türkiye’deki tiyatroya da bittabi Türk Tiyatrosu denir. Bu isimlendirme kargaşasının temelinde tarih bilgisi eksikliğinin yattığını zannetmekteyim. Bizde Tanzimat’la beraber münevverlerin ilgisini çeken tiyatroyu (daha doğrusu fikirlerini yaymak için kullandıkları bu sanat dalını), tuhaftır ki kendilerine ‘Jön Türkler’ diyen Namık Kemal, Şinasi gibi muharrirler Osmanlıcılık cereyanını benimsedikleri için mi bilinmez, ‘Osmanlı Tiyatrosu’ şeklinde isimlendirmişlerdir. Türk ırkına mensup olan sanatkârlardan Küçük İsmail Efendi ile Abdürrezzak Abdi Efendi’nin sahne aldığı kumpanyanın ismi ‘Handehâne-i Osmânî Tiyatrosu’, ilk alafranga Türk komedyenimiz olarak ünlenen Ahmet Fehim Efendi’nin lubiyyat (komedi) oynamak için kurduğu heyetin ismi de ‘Osmanlı Komedi ve Vodvil Tiyatrosu’ idi. “Neden mi Osmanlı?” sorusunun cevabı gayet basittir: Osmanlı devrinde ‘Türk’ sıfatı hiç de hoş karşılanmayan bir sıfattır! Vaktiyle Türklerle alakalı söylenmiş öyle atasözleri vardır ki, birkaçını hoşgörünüze sığınarak aktarayım: “Türk atına binince bey oldum sanır”, “Türk olana şehir içi zindan olur”, “Türk’ün aklı sonradan gelir.” Bunlara ilave olarak Âşık Ömer gibi halk ozanları dahi şöyle mısrâlar söylemişlerdi: “Türk değil mi Merzifon’un eşeği, / Eşek değil, köpekten de aşağı…” Anadolu’daki Türkler bile ‘Türk’ sıfatını kullanmaz, bunun yerine ‘Türkmen’ demeyi yahut boylarının ismini zikretmeyi tercih ederlerdi. ‘Türk’ sıfatını Osmanlı’nın (ve Türk ırkının) hoş karşılanmamasına mukabil içimizdeki ekalliyetler kendilerine ‘Türk’ sıfatını ‘Osmanlı’ sıfatından daha yakın görmüşlerdir. Öyle ki Arşag ve Rozali Benliyan idaresindeki, Birinci Cihan Harbi zamanlarında memleketimizdeki en meşhur heyetlerden biri olan heyetin ismi ‘Türk Operet Kumpanyası’ydı! ‘Türk’ sıfatı kendine lâyık yeri ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün onu Türkiye Cumhuriyeti milletini anlatmak için kullanmasıyla bulmuştur. O tarihten sonra Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yapılan tüm sanatlar; mesela edebiyat Türk Edebiyatı, mûsıkî Türk Mûsıkîsi, tiyatro da Türk Edebiyatı olarak isimlendirilmiştir. Sayın Özdemir İnce de bu isimlendirmenin doğruluğuna inanmış olacak ki geçen aylarda ‘Türkçe Edebiyat’ diyenlere gazetesinde haklı bir şekilde çıkışmıştı. (Türkiye kelimesinin de sanat dallarının önünde sıfat şeklinde kullanılması gramer kaidelerince yanlıştır çünkü devlet canlı bir varlık olmadığından sanat icra edemez. Sadece iyelik ekiyle beraber kullanılabilir: Türkiye’nin Tiyatrosu.) Hal böyleyken bu sanat dallarının başındaki ‘Türk’ sıfatı nasıl ırkçı bir muameleye maruz bırakılıp, suçlanabilir?!

Ahmet Fehim Efendi

Türk Tiyatrosunu, Türk Tiyatrosu yapanlar işte bu farklı inançlara, farklı milliyetlere fakat aynı emellere, aynı hayallere sahip olan kahramanlardır. Onların bin bir zahmetle, özveriyle yaptıkları Türk Tiyatrosunu, ‘Türkiye Tiyatrosu’, ‘Türkçe Tiyatro’ gibi uydurma isimlerle bozmaya kimsenin hakkı yoktur! Tiyatromuzu inşa eden bu kahramanlar nezdinde, “Bitmeyen pandemiden kapansa da önümüz, / Kutlu olsun yine de Tiyatrolar Günümüz!”  beyti ile naçizane, özlediğimiz tiyatroların bu beynelmilel gününü kutlarım. Her şeye rağmen var ol tiyatro e mi!

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün