Türkiye’nin Batılılaşma serüveni

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1948 yılında yazdığı, ‘Huzur’ romanının karakterleri Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte Türk insanının Doğu ile Batı arasında sıkışmışlığını anlatır.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
26 Şubat 2020 Çarşamba

Ana karakter Mümtaz, romanda özentiye kaçmadan Batı kültürünün özünü içselleştirerek Doğu kültürünün olumsuz taraflarını benliğinden çıkarma uğraşısında yaşadığı çelişkileri döker yüreğinden.

Mümtaz, kendi yüzünü Batı’ya yönelterek, tamamen Doğulu kalanlar ile Batı özentisi içinde hayatlarını yönlendirmek isteyenleri çelişkileri ile birlikte anlatmaya çalışır, Türkiye’nin ideal aydın bilincini simgeler ünlü romanda.

↔↔↔

Türk’ün Batılılışma serüveni 1800’lerde Osmanlı’nın kimi zorunlu reformları ile başlayacak, Tanzimat Dönemi’nde yapılan ve birçok kurumu kapsayan yeniliklerle devam edecek; en nihayet, Cumhuriyet dönemi salt Batı’ya yönelerek süreci nihaileştirmek isteyecekti.

Atatürk, yeni Türkiye’nin ana gövdesinde Batılılaşmanın olmasına inanacaktı. 1924 yılında Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya şöyle konuşacaktı: “Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asri, binaenaleyh garbi bir hükümet vücuda getirmektir… Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sükûtu, garba karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağruru olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima şarktan garba doğru yürüdük.’’

Osmanlı Batılılaşmayı, bir araç olarak görürken Atatürk’ün kurduğu yeni Türkiye onu bir hedef olarak görecekti. Atatürk’ün milliyetçiliğinde Batı, çağdaş uygarlığın göstergesi olarak görülecek ve onunla bütünleşme hedefi yürütülecekti.

Atatürk, Batı emperyalizmi ile savaşmasının ve bu mücadeleden zaferle çıkmasının akabinde ülkeyi, insanın gelişmesine ve refahına olanak sağlayan akıl, bilim ve rasyonel düşüncenin merkezi olan Batı’ya yönelmenin şart olacağına inanacaktı. Bir zamanlar, ‘Tek dişi kalmış canavar’ olsa bile, hedef Batı olacaktı Türk’ün her anlamda dünyada iyi yerlere evrilmesi için.

Bunun yanında, Atatürk’ün bu çağdaşlaşma atılımı Batı taklitçiliğine dayanmayacak, Avrupa’ya benzeme özentisini kesin bir tavırla reddedecek bir hareket olacaktı. Bu bağlamda başka bir gazeteciye şunu söyleyecekti: “Biz garp medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz…”

Atatürk ve Cumhuriyet’in Batılılaşma serüvenine ve bu hedef için yapılan sosyal ve kültürel devrimlerine toplumun hazmetmesi Cumhuriyet’in zorlu yollarının başında gelecek ve çağdaşlaşma sürecine katkı yapması amacıyla yapılan devrimlerin hızına ve şiddetine toplumun geniş kesimleri ayak uydurmakta zorluk çekecekti. Daha sonraları, Anadolu’nun Batılılaşma’ya katılabilmesi için kurulan Köy Enstitüleri, zamanla siyasilerin hedefi olacak ve ömürlerini bitiremeden kapanmak zorunda kalırken Anadolu insanının Atatürk’ün hedefleri doğrultusunda aydınlanma projesi askıya alınmış olacaktı.

↔↔↔

1970’lerden başlayarak gelişen ve Türkiye’de geniş bir taban karşılığı bulan Milli Görüş hareketinin temelini oluşturan Batı karşıtlığı, susan ama Batı kültürünü hazmedemeyen geniş yığınların ayağa kalkmasına vesile olacak, 1800’lerden beri yüzünü Batı’ya çevirmeye çalışan, Osmanlı’dan Türkiye’ye dönüşen bu coğrafyayı, İslam coğrafyasının kültürü ve siyasi dinamikleriyle bütünleştirmek isteyenlerin güçlü sesi olacaktı.

Dünya gerçekleri karşısında reel politika yapmak isteyen Milli Görüş’ün yenilikçi ekibi hareketten ayrılıp Batı karşıtlığını bir kenara koyarak iktidara gelecek ve bugün hala Batı – Doğu ikilemini tam olarak çözemeden ve kimi gel-gitlerle Türkiye’yi yönetmeye çalışacaktı.

Milli Görüş hareketinin ana damarlarında bulunan Batı karşıtlığı, yenilikçileri de kimi zaman etkilemeye devam edecek ve bu bağlamda Türkiye’yi yeni coğrafyalarla bütünleştirme arayışlarına girişilecekti.

Lakin bundan daha ötesi son yıllarda, iktidara yön vermek isteyen kimi sözde strateji uzmanlarının Türkiye’yi Batı’dan koparmak ve özellikle Rusya ile işbirliğine girme konusunda gösterdikleri üstün gayretleri tarihe not düşecekti. Bu uzmanların Batı karşıtlığını ana odağa alan yeni arayış hayallerini her gece televizyon kanallarında ve okunmayan gazete sütunlarında görmekten bıkkınlık gelirken, kimi hatalarında ısrarcı olmaları da takdire şayan(!), dik duran bir yanılgı silsilesine dönüşecekti.

Batı yerine, Rusya ile girişilmesi planlanan işbirliği iklimi yaratma gayretleri İdlib meselesinde sekteye uğrayınca bunun, terk etmek istedikleri Batı’dan yardım talebi ve beklentisine dönüşmesi meselenin bir başka tuhaf tarafını oluşturacaktı.

Lakin arzu edilen Batı karşıtlığının toplumun zihnine kazınması mücadelesini kazanacaklar, aynı toplumun Türkiye’nin en büyük düşmanı olarak ABD ve AB’yi birinci ve üçüncü sıraya koymasının zaferini dillendirmekten pek bir hoşnut oldukları görülecekti.

Oysaki Türkiye’nin çağdaş toplum olma yolunun Batı’dan geçtiğini ve NATO üyeliği ile oluşan güvenlik çemberi ile birlikte dünya ülkelerine önderlik yapabilecek bir ülke olabileceğini sağduyu anlatmaya çalışıyor bize.

Atatürk’ün yolunun her geçen gün ne kadar doğru olduğu, hem güneyimize hem de doğumuza baktığımızda daha iyi görülüyor.

Görmek istemeyenlerin karşı mücadelesi devam edecek muhtemelen.

Gerçekleri eğip bükmeye devam edecekler.

Her şeye rağmen, Türkiye’nin duvara toslamadan, onu farklı maceralara iliştirmek isteyenlere rağmen, doğru yolda yürümeye devam edeceğine inanmak gerek.

Batı’ya özenmeden kendi kumaşıyla Batı’ya yönelme yoludur bu.

Tıpkı Atatürk’ün yolu gibi.

Tıpkı Tanpınar’ın roman kahramanı Mümtaz’ın düşündüğü gibi.

 

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün